SELİM BALTEPE

   





SELİM BALTEPE (17 Eylül 1944 – 2 Ağustos 1975)

 

Yedikule semtinin altmışlı ve yetmişli yıllardaki sakin ve yakışıklı delikanlısı Selim Baltepe Davutpaşa tarihinin en hüzünlü öykülerinden birinin de kahramanı aynı zamanda. Başı neşeli ve umut dolu olsa da, sonu çok acıklı ve göz yaşartıcı biten bir öykünün alçak gönüllü ve onurlu bir kahramanı.

 

Baltepe ailesi Davutpaşa camiasında  sayısı parmakla sayılamayacak kadar çok Balkan kökenli ailelerden biri. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar Yugoslavya’da, şu anda Sırbistan toprakları içinde yer alan Subotica’da yaşamışlar. O günlerde Aliyeviç diyorlarmış aileye. Arnavut baba Ramadan Aliyeviç, Macar anne Piroş ile evlendiğinde eşini Müslüman olmaya ikna etmiş. Rabia demişler o günden sonra Selim’in annesine.

 

Aile 1957 yılında çoluk çocuk hep birlikte İstanbul’a gelmiş. Baba Ramadan’ı ülke değiştirmeye kardeşi ikna etmiş.  Aliyeviç de bu tarihten sonra Baltepe soyadını almış. Geldiklerinde Zeytinburnu’na yerleşmiş. Ama medeniyetten gelmişler çamurun içine düşmüşler. Zeytinburnu çok yoksul bir semtmiş o günlerde. Yağmur yağdığında ortalık balçık tarlasına dönermiş. Aile şaşırmış tabii buna ve ayak uyduramamış. Ver elini Yedikule demişler sonra.

 

O tarihe kadar Ramadan/Rabia çiftinin dört çocukları olmuşmuş. Selim 17 Eylül 1944 doğumlu, Hatice 1947, Meryem 1948, Kemal ise 1950 doğumlu. Hepsi Subotica’da. Tekne kazıntısı Cengiz ise İstanbul’da açmış gözlerini. Zindanlarıyla ünlü tarihi Yedikule semtinde, sene 1963.

 

Selim Baltepe ilk öğrenimini Subotica’da, orta öğrenimini ise Yedikule Lisesi’nde görmüş. Küçük yaşlardan itibaren koşmaya başlamış meşin topun peşinde. İlk lisansiye olduğu kulüp ise Yedikule. 1965-1970 arası Davutpaşa’ya hizmet vermiş. 1970-72 arasında ise Tekirdağspor’da forma giymiş.

           

Baltepe’nin Davutpaşa’nın A takımında oynadığı yıllar 1967-1970 arası. Üçüncü kümede yer aldığımız ilk iki yıl Selim orta sahada başarılı futboluyla sivrilmiş, mahalli ligde oynadığımız 1969-70 senesi ise çıtayı daha da yükselterek üçüncü kümenin en güçlü ekiplerinden Tekirdağspor’un dikkatini çekmişti. Böylece bir başka talihsiz büyüğün, Necati Balaban’ın tavsiyesiyle transfer olmuştu Trakya’nın yıldız ekibine. Yanında kıral arkadaşı, dev kaleci Bediz Baysal ile birlikte. 1970 yazı.

 

Bediz Baysal’a bırakayım sözü şimdi, hem sevgili arkadaşının futbol biçemini anlatsın, hem de Tekirdağ anılarını.

           

‘’Selim orta sahanın sağında yer alırdı. Hücumlarda forvete katılır, savunmaya döndüğümüzde sağbekin hemen önüne geçerdi. Sağ ayağı güçlüydü, sol ayağı zayıftı. Kafa toplarında orta karardı. Tek tük sigara içerdi ama çok nefesli bir topçuydu. Sürekli koşar, hiç yorulmazdı. Rakibi sürekli ısırırdı. Çok sert bir oyuncuydu ama kasti hareketlerden kaçınırdı. Kırmızı kart gördüğünü hatrlamıyorum. Fiziği güçlüydü. Boyu bir seksenin üstündeydi. Enerjikti. Kendine çok iyi bakardı. Ballı kaymaklı kahvaltılarını hatırlıyorum.

 

Davutpaşa’dayken Taksim maçında rakibimizin en güçlü oyuncusu Tomas ile kötü kapışmışlardı. Şeref Stadı’nda oynamıştık bu maçı. 1968-69 mevsimiydi. Tomas az buçuk Türkçe biliyordu ve karısı türbünde oturuyordu. Orta sahanın sağında oynuyordu Tomas ve o maçta harikalar yaratan Necati Balaban’a insafsızca fauller yapıp duruyordu. Necati de alta kalmak istemiyor, Tomas’a türbündeki karısını gösterip, alaycı sözlerle kızdırıyordu Yugoslav’ı. Baktı ki Necati ufak tefek kalıyor, Selim Balaban’ın yanına gitti. Onu bana bırak, dedi. Maç sonuna kadar ikisi didişti durdu. Tomas da, Selim de çok sert fauller yaptılar birbirlerine ama kırmızı kart görmediler. 

 

Selim toplara sert vururdu. İyi frikik kullanırdı. Tekirdağ’da çok sevilirdi. Lakabı Tilki Selim’di. Çok kurnazdı çünkü.

 

Selim ile lojmanda hep birlikte kalırdık İstanbullu topçularla. İlkin bizim odadaydı İbrahim Ekmekçi ile birlikte. Sonra öteki odadaki üçlü yani Fahrettin ile Vecdi, onu bizden çaldılar. Muzaffer’i bize gönderdiler.  

 

Tekirdağ’daki ilk yılımızda, yani 1970-71 mevsiminde Zafer Tınaz çalıştırıyordu bizi. 1971-72 senesinde ise Müsellim Kesse. Selim çalışkanlığıyla takımın değişmezlerindendi hep.

 

Tekirdağ günlerinden bir anı anlatayım. Şeref Stadı’nda Sarıyer ile oynamış, yenilmiştik. Kalede Yücel yer almıştı o gün ve çok kötü bir gol yemişti. Meşhur Yıldo atmıştı golü, toplara mermi gibi vururdu. Ben Zafer Tınaz’ın ısrarlarıyla kaleyi devralmıştım ilk yarıda.

 

Yenilginin ardından bir hafta sonra bu kez Tekirdağ’da kendi evimizde oynuyorduk. Seyirci bize kızgındı. Sarıyer maçının şike olduğunu sanıyorlardı. Türbünlerden küfürler duyuluyordu.  Kaptan sol bek Hayrettin bir ara kötü bir geri pası attı. Az kalsın gol yiyecektik. Ben de Hayrettin’e seslendim. Dikkatli ol, dedim, seyirci zaten kızgın, hata yapmayalım. Sonra bir bağırtı duydum. Tekirdağ’ın ileri gelenlerinden, Salat yağlarının müdürü Salomon seyircilerin arasından bağırıyordu bana. Ulan besleme, bizim çocuklara ne küfrediyorsun?  Çok ağırıma gitmişti bu. Bir kere, Hayrettin’e küfretmemiştim; ayrıca hitap şekli de çok yanlış ve aşağılayıcıydı.

 

Maç sonrası Selim Baltepe ile gittik Tarsal Gazinosu’na. Salomon orada yemek yiyordu. Posta koyduk. Hakaretlerini iade ettik. Selim delikanlı ve mert bir çocuktu. Korkusuzdu da. Salomon’un fedaileri vardı çünkü. Üstümüze her an salabilirdi onları. Saldı da. Zaten ilk cevabı şu oldu. Sizi haritadan silerim ulan. Biz de, Burası İsrail değil, kılımıza bile dokunamazsın, dedik. Sonra çıkışta bir arabanın bizi izlediğini gördük. Canımız sıkılmıştı. Zaten küçük paralar karşılığında oynuyorduk burada. Böylece kös kös İstanbul’a döndük. Meseleyi Alipaşa’da Takoz Burhan’a ve yoldaşlarına anlattık. Takoz Burhan çok delikanlı ve iyi yürekli biriydi. Olayı çözmeye davrandı hemen. Yanına Reşat Bakikuşağı, Yavru Ayhan, Hayati Küçükçavdar’ı filan topladı. Bir arabaya doluşup hep birlikte Tekirdağ’ın yolunu tuttular. Onlar Salomon’un adamlarını tanıyorlardı. Takoz Burhan daha önce Tekirdağ Halkspor’da top oynamıştı. Fedailer ile arası çok iyiydi. Böylece Tekirdağ olayı tatlıya bağlandı. Önce ben, sonra da Selim kente dönüp takıma yeniden katıldık.           

 

Selim Baltepe çok espirili biriydi. Durgun gözükürdü ama taşı gediğine koymasını iyi bilirdi. Kağıt oynardık aramızda o günlerde. Poker filan. Bir akşam sol bek Fuat oyunun günah keçisi olmuştu. Nedense ertesi gün antrenmana katılmadı bu arkadaşımız. Antrenör Zafer Hoca nedenini sorduğunda, Selim yanıtı yapıştırdı. Dün akşam Fuat’ın ayağına sinek yedilisi düşmüş, dedi. Hepimiz kopmuştuk bir anda.

 

Bir başka anımız da Müsellim ile Muzaffer'in kapışmasından. İdmana geç geldi Muzaffer. Müsellim parladı. Muzaffer de karşılık verdi. Derken atışma alevlendi. Muzaffer öfkelendi, Müsellim'in üstüne doğru koşmaya başladı. Üzerindeki formayı da çıkarmıştı. Selim gülerek laf attı. Yahu hakem makem yok, ceza almazsın. Neden çıkardın formanı? Formayla da vurabilirsin. Çekinme.

 

Selim insanları kırmazdı hiç, yardımseverdi. Sinirli biri değildi ama kızdığında, haksızlık yapıldığında patlardı aniden. Ve hayatı çok severdi. Güzel giyinmeyi özellikle çok severdi. Bütün parasını giysilere yatırırdı. Birlikte alışveriş yapardık. Fitaş Pasajı uğrak yerimizdi.

 

Sık sık müzik dinlerdik birlikte. Kulağımıza hoş gelen her şeye kulak verirdik. Esmeray’ın Unutamam Seni’sine bayıldığını çok iyi hatırlıyorum Selim’in.

 

Eğlenceli bir anı da bir İstanbul Tekirdağ arası otobüs yolcuklarımızdan. Haftasonu İstanbul’a gelir, sonra Salı sabahı Tekirdağ’a dönerdik. Bir gün otobüste arkamıza bir genç düşmüştü. Sürekli bize bakıyordu öne eğilerek. Selim ile göz kırptık, bayağı kasılma numaraları yaptık. Herhalde Tekirdağspor seyircilerinden biriydi. Hayran bize, diye düşünmüştük. Oğlan bakıyor da bakıyordu. Sonra bir molada yanımıza yaklaştı. Abi siz güreşçisiniz değil mi, diye sordu saygılı bir ifadeyle. Sonrasında çok eğlenmiştik bu anıyı birbirimize anlatarak.

                      

Burdurspor deplasmanı galiba sonun başlangıcı oldu. Sene 1972. Deve güreşlerinin yapıldığı bir ildi burası. Tekirdağ’da uzun boylu çok topçu vardı. İbrahim Ekmekçi, Muzaffer, Vecdi, Selim filan. Sahaya çıktığımızda sürekli, Develer diye hakaret ediyorlardı bize. Ben pabucumun bağı koptuğu için biraz geç çıkmıştım. Devenin en büyüğü en sona kalmış, diye bağırdılar bu kez. Tüm maç boyunca seyirci sahaya taşlar yağdırdı. Selim bir ara taç çizgilerinin dışına yuvarlandı. Tekme gelmişti hayalarına. Canı kötü yanmıştı. Testislerinin çok ağrıdığını söylüyordu. Oyundan çıktı bu nedenle. Belki ağrıları onu rahatsız etti ama oynamaya devam etti mevsim sonrasında.

 

Ben onun yanlış tedavi gördüğüne inanıyorum. Başına gelenlerin nedenini burada görüyorum. Şua verilmişti testislere ama iyi gelmedi ışınlar. Tam tersi ağrılar artmıştı. Futbolu bırakmak zorunda kaldı bu nedenle.’’    

 

Şimdi sırada küçük kardeş Cengiz Baltepe var, Selim abisini anlatmak için. 

 

‘’Selim abim için giyim çok önemliydi. Balıkçı yaka kazaklar, Blazer ceketler giyerdi. Yazın açık renkleri yeğlerdi. Keten pantolon, lakost tişörtler filan. Tiril tiril olurdu hep.

 

Saçlarına da özen gösterirdi ama saç telleri biraz zayıftı. Genç yaşta dökülmeye başlamıştı saçları. Bu nedenle özel şampuanlar kullanır, arada sırada saçlarını sıfıra vurdururdu.

 

Yemekler önemliydi onun için. İyi ve özenli beslenirdi. Akşamları birkaç parça et yerdi kırmızı şarap eşliğinde. Yemek yemesini bildiği kadar, yapmakta da ustaydı.

 

İstanbul’da bir kız arkadaşı vardı ama asıl büyük aşkını Tekirdağ’da yaşadı. Zengin bir ailenin kızıydı bu. Aile Selim abimden Tekirdağ’da yaşamasını istedi, ancak bu koşulla vereceklerdi kızlarını. Selim abim kabul etmedi. Ama çok sarsılmıştı.

                        

Selim abimin en büyük meraklarından biri at yarışlarıydı. Ama o işin kumar kısmını değil, atları severdi. Atların koşması, birbirleriyle giriştikleri mücadele onun hoşuna giderdi. Sık sık Veliefendi Hipodromu’na giderdi bu nedenle.

 

En yakın arkadaşları Fahrettin İyen, Bediz Baysal, Necati Balaban, Vecdi ve Muzaffer abilerdi.  Aile çevresi içinde ise Hatice ablamın eşi tüccar Ümit Çelem’di. Çelem Yüksek Kaldırım’da elektronik araçlar satardı. Selim abim ile eniştemin  arası o kadar iyiydi ki Ümit Çelem abimi mutlu etmek için sonunda bir Arap atı satın almıştı. Selim abim atın bütün yarışlarına gider, düzlüğe çıkana kadar atı son altı yüzden itibaren takip ederdi. Sonra düzlükte, at ile birlikte koşardı potaya kadar. Yürü kızım, yürü kızım, kim geçer seni, diye bağırırdı kan ter içinde. Ama ne yazık ki at beygir çıkmış, onca ihtimama, onca bakıma karşın başarılı olmayı becerememişti.

                           

Selim abim koyu Beşiktaşlıydı. Beşiktaş yetmişli yılların ortalarına doğru bir Romen takımından son üç dakikada üç gol yiyip Avrupa kupalarından elendiğinde çılgına döndüğünü hiç unutamıyorum. Televizyonu tutup pencereden aşağı atmaya kalkmıştı da zor durdurmuştuk kendisini.

 

Selim abimin aile ilişkileri sıcaktı ve kardeşleri arasından en çok beni severdi. Omuzlarına alıp gezdirirdi sık sık. Annemizle aralarında da sihirli bir ilişki yaşanırdı. Ama babamızla biraz soğuktular. Ölene kadar da böyle sürdü gitti bu ilişki. Ama babam sevgisini belli eden biri değildi. Savaş görmüş çileli bir kuşaktan geliyordu. Ama Selim abimin ölümünün ardından intihara kalkıştı babam. Demek ki o kadar etkilenmişti oğlunun kaybından.   

 

Selim abim 1973 senesinde döndü İstanbul’a. Ağrıları çoktu. Beze oluşmuştu testislerinde. Beze büyüyordu sürekli. Sonunda ameliyat masasına yattı. Ama kansermiş meğer. Hastalık vücudun çeşitli bölgelerine yayılmıştı. Ağrıları morfinle önlemeye çalışıyordu doktorlar. Ama sonlarda uyuşturucular da fayda vermez olmuştu. Selim abim acıdan kıvranır, bağırırdı. Ben de Bediz Baysal gibi ona yanlış tedavi uygulandığına inanıyorum.’’