FARUK ALİCİKOĞLU






‘’1947 yılında dünyaya geldim. Kosova, İpek doğumluyum. Dokuz kardeşiz. Kosova’da güzel bir yaşantımız vardı. Babamız istediği için geldik Türkiye’ye. 1958 yılında.

 

Çocukluğumuz çok güzel geçti. Bizde aile ilişkileri çok sıkıdır, yakındır, sıcaktır. Okulda da arkadaşlarımla olan ilişkilerim çok iyiydi. Ama daha çok haylazlığı seven çocuklardandım.

 

Ailede ticaret nerdeyse bir gelenekti. Babadan oğula geçerdi bu gelenek. Babam orada terziydi. Buraya geldiğimizde de aynı mesleği sürdürdü. İlkin Üsküdar’a yerleştik.

 

Ben ilkokulun ilk dört yılını Kosova’da okumuştum, beşinci sınıfı ise burada bitirdim. Ortaokulda iki yıl okuduktan sonra, bıraktım okulu. Ticari yaşama çok erken atıldım böylece. Üsküdar’dan taşındık sonra. Kocamustafapaşa’ya. İki yıl sonra da Asya yakasına; Kadıköy, Göztepe gibi semtlerde yaşadık.  Şu anda da, İdealtepe’de oturuyorum.

 

Futbolla olan ilişkim askerlik öncesi hep amatörceydi. Semt takımlarında oynuyordum. Samatya’da Marmaraspor kulübünde örneğin. İlk lisansım Davutpaşa genç takımından çıkmıştı; ama Asya yakasında oturduğumuz ve ticari yaşamımız yoğun olduğu için antrenmanlara düzenli gelememiş, oynayamamıştım.  

 

Askerlik sırasında bayağı dikkat çektim, çok başarılı oynuyordum çünkü. Ankara Deniz Gücü’nde forma giydim. 1967-1969 arası sürdü askerliğim. 1969    Mart ayında terhis oldum.

 

Çorumspor istedi beni. Böylece 1968-69 mevsiminin ikinci yarısında Çorum formasını giydim. Üçüncü kümedeydiler. Ama ailem özlemişti beni. Uzakta olmamı istemediler. Böylece tası tarağı toplayıp İstanbul’un yolunu tuttum.

 

Galata o yıllarda ikinci kümede oynuyordu. Transfer teklifi yaptılar, kabul ettim. Orta saha oyuncusuydum. Sağ ve sol iç pozisyonlarında yer alırdım. İki başarılı yılın ardından, semtimizin takımı olması nedeniyle bu kez Davutpaşa’yı seçtim. 1972/73 mevsimiydi geldiğimde. İki yıl da burada geçti. 1973/74 mevsimi sonunda bıraktım futbolu.

 

Davutpaşa’da top oynarken, semtte dükkan açtım. İkinci yılımdı. Hakkı beydi o sırada başkan, Erol abi ise ikinci başkandı. İş ilişkileri yoğundu, futbol ile birlikte iyi yürümüyordu. İşimin başında olmam gerekiyordu. Oysa Davutpaşa ligde pek başarılı bir durumda değildi. Tatsız gidiyordu maçlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, biraz soğumuştum futboldan.

 

Bir gün bilinçli olarak geç gittim idmana, beni takımdan kovsunlar istiyordum. Ama hoş gördüler yine de. Ama kararlıydım, bana verdikleri çeki iade ettim. Benden bu kadar dedim; futbolu bıraktığımı söyledim idareci abilerime. Şaşırdılar, Hiç olur mu böyle şey, dediler. Oynamayacağım, dedim.

 

Davutpaşa’da çok iyi bir arkadaşlık vardı. Takım birbirini seven oyunculardan kuruluydu. Hala görüşüyorum birçoğuyla. Oysa Galata takımından bende bir iz kalmadı. Davutpaşa’da dayanışma duygusu yoğundu. Kulüpte olduğum süre içinde hep bunu yaşadım. Herkes taşın altına koyardı elini. Herkes yapabileceği kadarını yapmaya gayret ederdi. Paylaşım önemliydi. Aramızda yoksul arkadaşlarımız da yok değildi. Bunların katkısı sınırlı kalınca, ötekiler devreye girerdi. Eksikler, gedikler kapanırdı.

 

Her maçtan sonra mutlaka bir yemeğe giderdik. Parası olmayan arkadaşlarımızın masraflarını, parası olanlar karşılardı. İmece usulü. Müthiş bir şeydi.

 

En iyi arkadaşlarım Davut Kılıç, Hayati Küçükçavdar, Zülfü Becerikli, kaleci Muharrem Önen, rahmetli Mehmet Sormaz ve rahmetli Ersin Ergülten’di ama herkesle çok iyi ilişkiler içindeydim.  

 

1988 yılındaki Almanya maceramız da bu yakın ilişkileri çok iyi tanımlıyor. Çünkü parası olanlar, parası olmayanları desteklemiş ve otobüsle bu yolculuk gerçekleşmişti. Çok iyi maçlar oynamış, yengiler almıştık. Bir hafta on gün sürmüştü. Davut Kılıç öncülük etmişti bu girişimde.  

 

Ben gömlek imalatıyla uğraşıyordum o günlerde. Davut Kılıç beni hiç boş bırakmazdı. Hep gelirdi, teşvik ederdi top oynayayım diye. Yüz kilo olmuştum. Bir yandan yemek, bir yandan içki, bir yandan cigara. Böylece Perşembe Çukurbostan maçlarına gelmeye başladım. Yemin ediyorum kısa zamanda filinta gibi oldum. Çukurbostan maçları müthiş geçerdi. Çok güçlü takımlar gelirdi, bizimle oynamaya ama hepsini yenip yenip gönderirdik.

 

Çok güzel bir hava solunurdu bu maçlarda da. Ben dükkanımı bırakıp gelirdim. Ortalığı düzenler, çalışanlara bırakırdım işleri. Aramızda şamata, gırgır bol yaşanırdı. İşlerim nedeniyle çok geç damlardım soyunma odasına. Dörtte başlardı maçlar. Davut da takımı daha önce açıklardı. Ben ortada gözükmediğim için, formamı malzemeci arkadaş kapardı. Son anda geldiğimde, hep eline para sıkıştırırdım onun; formamı parayla alırdım. Çok gülerdik. Malzemeci formayı atardı, ağlar gibi yapardı. Hep ben mi çıkacağım, hep ben mi çıkacağım, diye haykırırdı.

 

Çukurbostan sonrası, takımda büyük kopmalar yaşandı. Çukurbostan sonrasını ben büyük bir kargaşa olarak değerlendiriyorum. Büyük bir haksızlıktı elimizden bu sahanın alınması. Yetkin Gündüz bunun baş sorumlusudur. Tesis sözcüğünü bile bilmeyen bir belediye başkanıydı. Ve akıl almaz bir şey yapmıştı, Müfit Değer’in bize kazandırmış olduğu bu tesisi haksızca elimizden almakla.   

 

İkinci lige çıkışımızda da, seksenlerin başında da top oynamıştım; bayağı ileri bir yaştaydım, otuzumu geçmiştim.  

 

Bugün futbolla pek alakam kalmadı elbette. Kulübe dışarıdan destek olmaya çalışıyorum daha çok. Davut Kılıç’ın yönlendirmesiyle elbette. Davut Kılıç deyince zaten durup bir düşünmek gerekiyor. O kulübün her şeyi  çünkü. Yapılan her şeyde onun emeği korkunç. Ama ben istesem de, gerektiği kadar katkı veremiyorum, ona yardımcı olamıyorum. Çünkü iki büyük fabrikanın pazarlama ağını yönetiyorum. Çalışmalar yoğun oldukça, değil kulüple ilgilenmek, başımı kaşıyacak zaman bulamıyorum. Çorap ticareti yapıyorum.

 

Aile hayatımdan bahsedeyim şimdi. 1972’de evlendim. İki çocuğum var; biri kız (1973 doğumlu), biri erkek (1979 doğumlu). 1974 senesi futbolu bırakmıştım; sonrası tamamen ticaretle geçti. Gömlek imalatı işiyle epey uğraştım, en azından üç dört dükkan açtım, kapadım. Sonra gömlekçiliği bıraktım. Pazarlamaya odaklandım. Çok başarılı oldum bu alanda. Türkiye’de çorapla ilgili kaç tane toptancı, kaç tane pazarlamacı varsa beni tanır. Ben de onları. Bu konuda bayağı iddialıyım.

Çocuklarımın da hali vakti yerinde. İkisi de evli. İkisinden de birer torunum var, Allah’a şükür. Hayat iyi gidiyor yani. Halimiz vaktimiz yerinde. Diyabet hastalığı biraz zorluyor ama olsun, o kadar kusur kadı kızında da olur.

 

İlgi alanlarım sınırlı aslında; futbol maçları izliyorum. Tutkum top oynamaktı; dükkanı kapayıp gelirdim. Ama yaşlandım artık, oynayamıyorum. Bir de çocuklar ve torunlarımla geçen zamanları seviyorum. Benim torunla futbol muhabbetine girdiğimde, beni hep sorguluyor. Resimlerin nerede diyor? Görmek istiyorum diyor. Oysa ben futbol oynarken fotoğraf çekmek zahmetli bir işti. Çok seyrek resim çekilirdi. Şimdi her şey çok kolay, makinalar dijital, telefonla bile sürekli görüntü alabiliyorsunuz.

 

Bir de eşimle seyahat etmekten çok hoşlanıyorum. Fırsat buldukça; hele hele yazları, Bodrum’du, Çeşme’ydi, Anadolu’ydu, iki günlüğüne, üç günlüğüne hemen valizleri toparlıyoruz.’’