EŞREF YETİŞ

 

  10 Ekim 1944’de Cerrahpaşa’da doğdum. İlk ve ortaokulu burada okudum. Babam, annem, ben ve kız kardeşim olmak üzere dört kişilik mutlu bir aileydik. Babam, ben yedi yaşımdayken vefat etti. Annemin fedakarlıklarıyla bu günlere geldik.
 
Fazla konuşmayan, ağırbaşlı bir çocuktum. On, on beş kişiden oluşan bir arkadaş gurubuyduk. Mahallemizde hoşgörüyle karşılanan ufak tefek  yaramazlıklarımız olurdu tabii. En iyi arkadaşlarım Bediz Baysal ve Hayri İnce’ydi. Bediz’in annesiyle çok yakındık. Çoğunlukla orada zaman geçirir, orada yer içerdim.
 
En çok yaptığımız şey, Davutpaşa Ortaokulu bahçesinde top oynamaktı. Yanındaki mezarlıkta da çitlembik ağaçları vardı, bol bol yerdik. O zaman daha Davutpaşa Lisesi olmamış, bahçesine ek binalar yapılmamıştı, koskocaman bahçesi olan bir ortaokuldu. Hatta üç-dört takım kalelerini kurar, aynı anda maç yaparlardı.
 
Okul bahçesinde top oynamak yasaktı aslında. Müdür, olayı polise şikayet etmiş. Bu nedenle sürekli polis baskınına uğrardık. Hemen yanda üç, üç buçuk metre yüksekliğinde bir duvarın arkasında Doktor İzzet amcanın çok güzel bir bahçesi uzanırdı. Baskınlarda önce o bahçeye atlar, oradan dağılırdık sokaklara. Bu duvar nispeten daha alçak bir duvardı kaçılacak diğer duvarlardan.
 
Hiç unutmam. Bir gün oynarken, yine bir baskın oldu. Biz yine taktiğimizi uyguladık; kaçmak için İzzet amcanın duvarına tırmandık. Bir baktık ki polis duvarın altında bizi bekliyor. Hemen okulun dört metrelik diğer duvarına yöneldik. Nasıl korktuysak, iki solukta koca duvarı aşıp diğer özel bahçeden cami avlusuna geçmiş ve zor atmıştık kendimizi sokaklara.
 
Biraz daha palazlanınca, Samatya’ya gidip kiralık kayık tutar, kürek çekerek sahilden uzaklaşır denize girerdik. Kiraladığımız kayık motorluysa Florya plajına gider orada yüzer, bol bol hava atardık.
 
Mahalle arkadaşlarımızdan biri, oldukça yüklü miktarda para kazanmıştı ikramiyelerden birinden.  Ben dahil olmamıştım, ama parayı kazanan çocuk, Bediz ve bir mahalle arkadaşı daha ortaklaşa üstü açık bir Chevrolet araba almışlardı. Fena hava basarlardı.
 
İlkokul bittikten sonra Yakacık’ta iki yıl yatılı okudum. İkinci yılımda Darüşşafaka sınavlarına girmiş ve kazanmıştım. Babası olmayan, sınavda da üstün başarı gösteren çocuklar alınıyordu oraya. Okula başladım ama bir türlü yediremiyordum kendime; ailemden uzak olmayı, yatılı okumayı. Her gece, inşallah kalırım da bırakırım okulu, diye dua ederdim. Zaten Yakacık’ta yatılı okurken de çok mutsuzdum. Birinci yıl sonunda bıraktım okulu.  1957’de  Davutpaşa ortaokuluna geldim.
 
Sülalemde okumayan yoktu. Bu nedenle okumak zorundaydım, ama futboldan da vazgeçmek istemiyordum. Futbol oynamaya giderken, arkadaşlarla gezmeye gidiyoruz, diye yalan atardım her seferinde. Futbol oynadığım anlaşılınca da dayımlar tarafından bir takım cezalar verilirdi.
 
Darüşşafaka’da okumuş olmam nedeniyle okulda İngilizcem çok iyiydi. Matematikle pek aram yoktu ama diğer derslerde başarılıydım diyebilirim.
 
O dönemler Bediz ve Hayri Davutpaşa genç takımda oynuyordu. Benim daha lisansım çıkmamıştı. Doktor Reşat Dermanver beni Fenerbahçe genç takımına götürecekti ki Bediz ile Hayri aklımı çeldi. Yahu gelsene bizim takıma, beraber oynarız, dediler. Davutpaşa’ya böyle başladım. İlk kulübüm orasıdır. Daha önce gayrifedere kulüplerde hiç oynamamıştım. Sadece mahallede ve Takkeciler sahasında büyüklerin kurduğu yazlık takımlarda oynardım.
 
Okul ve futboldan arta kalan zamanlarımızda, yaz tatillerinde Rami’de Teksan Su Sayaçları fabrikasında çalışırdım; yazlık harçlığımı çıkarmak amacıyla. Ancak ileride emekliliğimde çok işime yaramış, bana beş yıl kazandırmıştı. Bakkal dükkanımız orta okulun tam karşısındaydı Davutpaşa da. Perşembe ve  Pazar hastanenin ziyaret günleriydi. Camii içindeki gazozcudan Olimpos gazozu alır, buz dolu kovaya koyar, hastane kapısında satardım bu ziyaret günlerinde.
 
Bediz’lerin çiçek bahçeleri vardı. Taksim’de de dükkanları. Oralara da gider gelirdik.
 
Davutpaşa’ya gelişim 1962. İlk yıl hem genç takımda, hem de A takımında oynuyordum. Takımdaki topçulardan hatırladıklarım şunlar. Celal orta sahada, Burhan santrfor, Korman savunma (Babür’ün kızkardeşiyle evlendi, eniştesi oldu), Selahattin savunma, Sabahattin haf oynarlardı. Bekte Garbis vardı Taksim’de de oynayan. Kalecimiz de  gayrimüslimdi, ismini hatırlamıyorum. Çok iyi plonjonlar yapardı.
 
Önce formalarımızda DP harfleri vardı. Davutpaşa’nın baş harfleri. İhtilal olduktan sonra kaldırıldı ve bugünkü logomuz kullanılmaya başlandı.
 
Genç takımda oynarken kulüpten herhangi bir ödeme almıyorduk. Kışları futbol dışında hiçbir şeyle ilgilenmezken, yazları Teksan fabrikasında çalışarak ve ziyaret günlerinde hastane kapısında gazoz satarak harçlığımı çıkarıyordum.
 
A takımı ile Hasköy, Süleymaniye, Adalet maçlarında oynamıştım. Hiç unutamam, Hasköy’ e bir gol atmış ve kalecileri Asım’ı kızdırmıştım. İri yarı biriydi ve beni kovalamış, koca stadı dört döndürmüştü bana.
 
1965-66 sezonunda mahalli ligden ikinci kümeye yükseldik Galata ile birlikte. Başarılı bir takımdık. O sezon Galata’yı çalıştıran Ali Mortaş, Müfit abi ile arkadaş olduğu için bizi de çalıştırıyordu. Turan abinin resmi bir durumu yoktu, sadece takım kurmakta önayak oluyor, ufak tefek taktikler veriyordu.
 
Müfit abinin mahalle çocuklarıyla arası pek iyi değildi. Antrenmanlarımızı Sümerspor’un sahasında yaparken bizi Turan abi çalıştırıyordu. Başkan beni hep yedekte tutardı, Turan abiye söylerdi oynamamam için. Ben şuna bağlıyorum bu olumsuz tutumu. Davutpaşa Ortaokulu’nda büyüklerimiz maç yaparken beni, Bediz’i ve Hayri’yi oyuna alırlardı. O maçlarda Müfit abi küçük çocuklarıyla gelir, elinde topu, mezarlık tarafındaki duvarın üzerine oturur, bizi izlerdi. Maçın bitmesine beş-on dakika kala oyuna alırdı abilerimiz onu. Yani biz on altı-on yedi yaşlarındayken, Müfit abi bizimle oynamak için duvar üstünde beklerdi. Belki bunun ezikliğinden semtin çocuklarını pek sezmezdi. Sonra da 1963’de başkan oldu kulübe.
 
Bir gün yine yedekteyim antrenmanda. Turan abi çalıştırıyordu, Turgut’u bek oynatıyordu. Yarım saat sonra Ali Mortaç geldi, hocalığı devraldı Turan abiden. Oyuncuları denemeye başladı. Ben hem tekniği olan, hem de süratli bir oyuncuydum. Sen beke geç, dedi bana.  O günden sonra bek Eşref olarak anılmaya başladım. Ancak sağ açık oynayıp gol attığım da olmuştur.
 
Mahalli ligden Galata’yla küme çıktığımız 1965-66 mevsiminde  aklımdan çıkmayan en büyük olay bize sürekli verilen taktiklerdi. Ali Mortaş’ın hakemlerle arası çok iyiydi. Çocuklar, elinizden geleni yapın, ama özellikle şunu yapın, 18 içerisinde atın kendinizi yere. Mümkün olduğunca penaltı yaptırın, der dururdu.
 
1966 yazından bir anı şimdi. Fenerbahçe’de yöneticilik yapan Ahmet Erol beni çağırdı. Gittim tabii. Sol ayağın yok ama sağ ayağın çok iyi, bize gel, dedi. Çok oynayamazsın belki ama gel, dedi. Gittim Müfit Değer’e lisansımı istedim. On bin lira getir al, dedi. Ve iş bozuldu. Kaçmış büyük bir fırsat benim için.
 
1966-67 mevsiminde ikinci küme beyaz grupta yer aldık. Yeni bir hocayla, Yugoslav Nikola Radoviç ile çalışmaya başladık. Hoca çok iyi bir insan, alışık olmadığımız teknik ve modernlikte bir antrenördü. Çocuklar, bek oynuyorsanız ve önünüzdeki arkadaşınıza, sağa iki top atmışsanız, üçüncü topu sola atacaksınız. Üçüncü topun sola geleceğini bilen sol açık arkadaşınız da deparını yapmış olacak, pas boşa gitmemiş olacak, derdi. Beş forvetsiniz, her biriniz kaleye beşer top atsanız, yirmi beş top olur.  Yirmi beş topun on tanesi kaleye isabet etse, ikisi mutlaka goldür biçiminde hiç alışık olmadığımız güzel ve değişik taktikler verirdi. Sezonun ortalarında seri yenilgiler almaya başlanınca ayrıldı takımdan.
 
Bence bu başarısızlığın nedeni Müfit Değer’di. Takım kurmaktan, oyuncu alımına kadar her şey ile tek başına uğraşmak istiyordu çünkü. Dediğim dedik şeklindeydi. Ama bazı konularda yetersiz olduğunu, her işe tek tabanca yetişemediğini kabullenmek istemiyordu. Tabii bir de işin maddi tarafı vardı. Kulübe biraz para girebilmesi için, takımın iyi topçuları hemen başka kulüplere satılıyordu. Örneğin Ali Mersin’e, İbrahim Bursa’ya, Babür Nazilli’ye verildi. Oktay Edirne’ye gitti.
 
Takımdaki arkadaşlarımızın hepsi iyi insanlardı. Oturmasını kalkmasını bilen kaliteli arkadaşlardı. Deplasmanlara gittiğimiz zaman Oktay, İbrahim, Ali, Ünal, Rafet birlikte gezerdik. Babür biraz kasıntı bir tip olduğu için pek takılmazdı bize .
 
İkinci küme anılarım arasında Konya deplasmanında yaşadığımız tatsızlığı anlatayım ilkin. Otelimize yerleşmiştik bir gün öncesinde. Sabah kalktık, maç için stada gideceğiz. İndik resepsiyona, hesaplarımızı kapatmaya. Odalardan havlu ve terlik çalındığını öne sürüp bizi bayağı oyalamışlardı. Amaç moralimizi bozmaktı tabii.
 
Bir de Ankara anımız var. Toprakspor’la karşılaşacaktık, Ankara Oteli’nde kalıyoruz. Odalarda her zamanki gibi ikişer kişi kalıyorduk. Ben rahmetli Necati Balaban’la paylaşıyordum odamı. Gece saat dörtte koridordaki gürültü patırtı ile uyandık. Hemen kalktık ve olup biteni anlamak için koridora çıktık. Rafet ve Çetin’in kaldığı odanın önünde toplanmıştı herkes. Resepsiyondan gelen bir ihbarı değerlendiren Radoviç ve yöneticiler Rafet’in odasına girmişler. Ama Rafet’in de, Çetin’in de uykudan kalkmış gibi bir halleri yokmuş. Radoviç gidip açmış gardrobun kapağını, bir de ne görsün. Dolapta iki kadın saklanıyor!
    
Sene 1965-66. İzmir’e bir terfi maçına gitmiştik. Otelde kalıyoruz. Herkese galibiyet primi olarak yüzer lira verilmişti. Akşam toplanıp pavyona gittik kutlamaya, bir iki arkadaşımız dışında. İçimizde Çağatay da vardı. Sekiz nişan geçirmiş, tertemiz, efendi, yakışıklı bir abimizdi.  Amaç sadece kutlamaydı. Saat gece on birde girdik otele. Odalarımıza çıkmak için resepsiyona geldiğimizde Müfit abinin talimatıyla anahtarlarımız verilmedi. Sabaha kadar çıkartılmadık odalarımıza. Neyse sabaha karşı eşyalarımızı toparlamak için müsaade edildi. Dönüş için trene bindik. Yine Müfit abinin talimatıyla yemek vermediler trende.
 
Müfit abi döneminde en hızlı, en konforlu ulaşım araçları kullanılır, en lüks ve rahat otellerde konaklanırdı. Yemekler her zaman birinci sınıf olurdu. Uçak seferlerinin olmadığı deplasmanlara giderken, Bediz’in boyu çok uzun olduğundan, bacaklarının uyuşmaması için otobüsün koridoruna yatak yapılırdı. Yatarak giderdi ulaşılacak yere kadar.
 
Necati Balaban çok kaliteli, çok iyi bir arkadaşımızdı. Herkes tarafından sevilirdi. Fotoğraf çekmeye çok meraklıydı rahmetli. Poz verdiğin zaman yarım saat kıpırdamanızı istemezdi. Doğru ifadeyi, doğru ışığı yakalamak konusunda çok hassas davranırdı. Adidas kramponlu ayakkabısı olan tek arkadaşımızdı takımda. Hepimiz ona özenirdik haliyle. Ben de bir akrabama getirtmiştim Almanya’dan. Ama numarayı yanlış vermişim. Ayağıma iki parmak büyük gelen ayakkabıların içine gazete doldurup çıkardım maçlara.
 
O zamanlar sadece iki marka vardı yurt içinde futbol piyasasına kramponlu ayakkabı üreten.  Dinyakos’tu biri; öteki ise bizim antrenörümüz Turan abiydi.
 
1966-67 mevsiminin sonlarıydı. Son sıraya çakılı kalmıştık, kurtulma ümidimiz bitmiş tükenmişti. Müfit abinin İpek diye bir dükkan komşusu vardı Sultanhamam’da. Bursalıydı. Bursa ile Samsun çekişiyordu birincilik için. Ama Bursalılar bizden önce hiç beklenmedik bir Galata mağlubiyeti almışlardı kendi sahalarında. Sabahattin’in son dakikada attığı beklenmedik bir golle.  Bu nedenle işi sağlam tutmak istemişlerdi maç öncesi. Bursa’ya giderken gemide talimat verildi oyunculara. On sekiz çizgisine kadar gelin ama asla içeriye girmeyin diye. Tüm şutlarınızı on sekizin dışından atın diye. Ama bazı oyunculara duyurulmadı bu hatır şikesi. Örneğin kaleci Alaaddin’e ve orta hafımız İbrahim Akan’a. İbrahim  çok iyi bir futbolcuydu ama çok sinirli bir yapısı vardı. Haksızlığa gelemezdi. Talimata uymayacağını bildikleri için ona bir şey söylememişlerdi karşılaşma öncesi.
 
Davutpaşa A takımında oynarken 325 lira aylık alıyorduk. Benden para bekleyen kimse olmadığı için cazip sayılabilirdi bu para.
 
Saçlarımla ilgili bir iki şey söyleyeyim şimdi. Daha o yıllarda dökülmeye başlamışlardı. Nedenini anlatayım. Biz Şeref Stadı’nda top oynarken, Beşiktaş aynı sahada antrenmana çıkardı. Aynı banyoda duşlara girerdik. Onlar arka sıradaki, biz ön sıradaki duşları kullanırdık.
 
Maç sonunda da iki takım oyuncuları aynı yerde duş yapardı. Yirmi beş kişi. Sıra bekleyemezdik. Evde yıkanırız der, hafif su dökünür, saçlarımızı ıslatarak düzeltirdik. Tarağı bir vururduk patır patır dökülürdü saçlar. 
 
1966-67 mevsimi sonunda üçüncü küme beyaz guruba düştük. Yeni kurulmuştu üçüncü küme. 1967-68 mevsiminde kadromuz çok güçlüydü. Alpaslan Eratlı, Rafet, Savaş, İbrahim, Ünal gibi iyi oyuncularımız vardı. Haydar Eryentür çalıştırmıştı takımı o yıl. Alpaslan bizim Cerrahpaşa’lıydı. Babası onun top oynamasını çok isterdi. Biz okul bahçesinde oynarken gelir izlerdi maçlarımızı. Ne yiyor, ne içiyor gizliden gizliye kontrol ederdi. Santrafor Kesik İbrahim tutup elinden götürmüştü onu İstanbulspor’a.
 
Kaleci Aladdin Zaimoğlu abimizdi, bizden on iki, on üç yaş büyüktü. Taksim’den gelmişti. Chevrolet bir arabası vardı, şöförlük yapardı. Bagajında hep spor malzemeleri bulundururdu arabasının. Canını dişine takarak, korkusuz oynardı. Çok terbiyeli, efendi, saygılı bir abimizdi. Ne zaman bagajını açsak topu, ayakkabıları eşofmanı hazırdı.
 
Selçuk Toker’i severdim, Cankurtaran’dan gelmişti, iyi bir arkadaştı. Huylarımız çok benzerdi, iyi anlaşırdık. Rafet Vural da terbiyeli bir çocuktu. Sağlam, oturaklı, yıkılmayan bir gençti. Asabiydi, haksızlığa tahammül edemezdi.
 
1967-68 sezonundan bir anım. Nasılsa takım kaptanı olarak çıkmışım sahaya. Vefa Stadı’nda oynuyoruz. Bizim savunmacı Zihni Aydın rakip oyuncuya sert girdi. Hakem düdük çalıp oyunu durdurdu. Ben hemen anladım, hakem atacak oyundan Zihni’yi. Koşarak gittim Zihni’nin yanına, okşar gibi bir tokat vurdum suratına. Ben veririm cezasını sen merak etme hocam, dedim hakeme. Hakem de maçtan atmadı onu.
 
Ender deplasman galibiyetlerimizden birini Elazığ’da almıştık. Ocak 1968’ti. O deplasmana otobüsle gitmiştik. Kar daha İstanbul’da yağmaya başlamıştı. Malatya’dan çıktığımızda ise çok hızlanmıştı. Tipiye dönmüştü hava, buzlanma gözüküyordu yollarda. Otobüs durdu ve şöför yolun durumuna bakmak için aşağı indi. İnmesi ile sırt üstü yere çakılması bir oldu. Yerler buzdu çünkü ve göz gözü görmüyordu.  Yavaş yavaş gidebiliriz dedi geri döndüğünde. Herkesin yüreği ağızlarına gelmişti. Önden kar küreme araçları, arkadan konvoy halinde biz gidiyorduk. Neyse sağ salim vardık Elazığ’a ve çıktık maçımıza. İlk yarım saatte bir penaltı golüyle geri düşmüştük, ama daha da kötüsü Selçuk ilk yarı sonlarına doğru sahadan atılmıştı. Maçın son yirmi dakikasında attığımız iki golle maçı çevirdik ama. Necati’den bir pas geldi bana doğru. Ancak ne kafa vurabilecek kadar yüksek, ne de ayakla vuracak kadar alçak bir toptu. Bir an düşündüm ve karar verdim. Kalçamla vuracaktım topa ve vurdum da. Top ağlardaydı. Sonra Remzi galibiyeti sağlayan golü attı yedi sekiz dakika sonra.    
 
Nazilli maçı benim sonum oldu. Vefa Stadı’nda oynadık bu karşılaşmayı. Ben yine yedekteydim. Rafet on dört maç oynamamış, sahalara yeni dönmüştü. Haliyle aksıyordu, İtfaiyeci çıkardı onu, beni aldı. Çok sinirliydim gerçekten. Hakemin aleyhimize çaldığı ilk düdükte sinirimi ondan çıkardım ve suratına çamur fırlattım. Orhan Cebe’ydi hakem. Beni oyundan attı ve altı ay ceza aldım bu nedenle. Raporunu hiç gerekmediği halde çok ağır yazmış çünkü. Davutpaşa da oynadığım son oyundu bu. Hatta futbol hayatımın da sonuydu diyebilirim. Kısa bir süre sonra askere gittim zaten.
 
1968’de başladım askerliğime. Etimesgut’taydı birliğim. Tank birliğiydi. Yolculuğum sırasında Fenerbahçe’de bek oynayan Levent ile yan yana oturmuştuk. Birlikte girdik içeriye. Yüzbaşı, ne iş yaparsın, diye sordu. Futbolcuyum, dedim. Hiddetle kükredi, hakaret etti. Sonra, korkma korkma, diye alaylı bir ifade takındı. Sanırım sinir testi yapmıştı.
 
Askerliğim çok iyi geçti. Etimesgut’ta bilerek top oynamadım, orada kalmak istemiyordum çünkü. Ben Muhafızgücü’nde oynamak istiyordum. Yemin merasiminden sonra Muhafızgücü’ne geçtik. Sabahattin Erman çalıştırıyordu takımı. Candan Tarhan filan vardı. Neyse gittik Sabahattin Erman’ın yanına. Nerede oynardın dedi. Anlattım. Sen profesyonelmişsin dedi. Beni bölüğe gönderdi. Muhafızgücü’ne gidildiğinde on gün bölüğe gönderiliyor, bölük havasını aldıktan sonra kampa giriliyordu. Benim gittiğim sene Muhafızgücü baskette de, voleybolda da birinci kümede şampiyonluğa oynuyordu. Yüzmede, boksta da çok iddialıydı. İnanılmaz bir kamp hayatı vardı.
 
On beş-yirmi gün geçti hala haber alamadım. Dedim unuttular herhalde. Gittim Candan Tarhan’a, Hala haber gelmedi, ne oldu acaba, dedim. Burası yiyicidir, dedi Candan. Muhafızgücü şampiyonluğa oynuyor, takıma girebilmen için bir torpil bulman gerekir, diye ekledi. Eniştem deniz kuvvetlerinde askerliğini bitirmişti. Bir asker arkadaşının tanıdığı mebus sekreteri varmış.  Cumhurbaşkanlığı köşküne telefon açmışlar ve rica etmişler. Eşref Yetiş’in Muhafızgücü’ne alınmasına yardımcı olun diye. Bir gün bölükte otururken anons yapıldı. Eşref Yetiş derhal spor kampına gelsin, diye. Gittim. Sebahattin Erman çağırdı beni. Senin torpilin kim, diye sordu.  Bizde torpil çok, cevabını verdim ben de.
 
Takım kaptanı Oktay abiydi, Gençlerbirliği oyuncularındandı. Bu adam  sana taktı, oynatmaz seni, dedi. Ben senin kamptan ayrılmanı istemem iyi insansın. Git takımından lisansını al gel, takımdan geldi sansınlar. Atladım sabah ilk uçağa. Aynı gün geri dönmem, akşam beşe kadar evrakları Kara Kuvvetleri’ne ulaştırmam gerekiyordu. Geldim İstanbul’a. Gittim Müfit abinin evine. Çapa İlkokulu’nun yanında bir binanın üçüncü katında oturuyordu. Hanımı açtı kapıyı. Dedim böyle böyle, lisansımın bugün yetişmesi gerekir. Vermem, dedi. Ağladım orada, hiç unutamam. Hanımı, neden bu çocuğa bu kötülüğü yapıyorsun, deyince baktım kıpırdandı ve bana vekalet vermek için notere, oradan Cağaloğlu’nda bir yere gittik ve lisansım elime geçti. Sonra güç bela Kara Kuvvetleri’ne yetiştim. Sivil kıyafetlerle daldım içeriye, çıktım yaverin karşısına. Ulan, dedi, nasıl bir cesaret bu. Korkmadın mı içeriye böyle girmeye. Neyse anlattım derdimi ve olayı hallettik. Geldim kampa. Oktay beni kampta koğuş görevlisi yaptı.
 
Ben ordayken kaleci Yasin Özdenak geldi Muhafızgücü kampına. O sene Galatasaray’da Varol ve Nihat kaleyi koruyordu. Yasin üçüncü kaleciydi. Oynama şansı sıfırdı. O da yedekte paslanacağını anlayınca askere gelmişti. Bir gün oturduk, Yasin ben ve Oktay abi koğuşta konuşuyoruz. Oktay abi, Yasin’e; Seni Gençlerbirliği’ne alalım, dedi. Yasin de onayladı bu teklifi. Ama hayat tuhaf rastlantılarla dolu. Bir gün sonra Nihat ile Varol’un sakatlandıkları haberi geldi. Hemen çağırdılar Yasin’i İstanbul’a. Eğer beklemeyip lisansını almış olsaydı Galatasaray macerası tamamen bitecekti.
 
Böylece Muhafızgücü’nde kaldım. Koğuş görevlisi olduğum için çok forsum vardı. Yüzme müsabakalarına, eskrim müsabakalarına katıldım. Kampta her türlü etkinlik olduğu için, her branşın müsabakaları yapılırdı. Ben de kendime güvendiğim, yapabilirim dediğim dallarda  müsabakalara katıldım. Tamamen sporla iç içe bir yaşam sürüyordum orada.
 
1970’te askerlik bitti. Ama kısa bir Kütahya Linyitspor deneyimi yaşadım sevgili arkadaşım Bediz Baysal ile birlikte. 1969-70 mevsiminde mahalli ligde mücadele eden Davutpaşa’nın eskileri bir yazlık takım kurmuşlardı. Kütahya’ya gittik bayramda. Onlar davet etmişti. O yıl takımın antrenörlüğünü üstlenen Rıdvan Şumlulu bir zamanlar Linyitspor’da da oynamıştı. Bizi Linyit’e götürdü.  Meriç bizden önce gitmişti oraya kaleci olarak. Havanın kirli olması nedeniyle Bediz hemen geri döndü, ciğerlerinin yeniden rahatsızlanmasını istemiyordu çünkü.  Ve sonrasında Bediz Tekirdağ’a gitti o yazsonu.
 
Linyitspor maceramı kimseye söylememiştim. Giderken geziye çıkıyorum demiştim. Orada lisansımı çıkarınca mecburen açığa çıkmıştı olay. Bediz İstanbul a dönme kararı alınca. Gidince söyle bizimkilere ben burada kalıyorum dedim. Bir ay kadar sonra dayımdan mektup geldi. Atla gel buraya, orada kazandığını ben sana vereceğim, diyordu. Linyit kulübüne, İstanbul’a kıyafetlerimi almaya gideyim, dedim. Tamam ama nüfus kağıdını burada bırak, dediler. Ben tedbirli davranmış, herhangi bir terslik olabilir diye çift nüfus kağıdı ile gitmiştim oraya. Ve birini orada bıraktım ve geldim İstanbul’a. Bir daha da dönmedim Kütahya’ya.
 
Amcamın emaye fabrikası vardı. Sen futbolu bırak benimle çalış, dedi. 1972’de iş hayatına başladım. Beş sene çalıştım amcamla birlikte.
 
1974’de Selfinaz hanımla görücü usulü evlendim. 41 yıldır mutlu bir birliktelik sürdürüyoruz. 1976’da bir oğlumuz oldu. Üniversite mezunu. Bir sigorta şirketinde, iyi bir konumda çalışıyor.
 
Emaye fabrikasından ayrıldıktan sonra Levent’te Faco & Squibb ilaç fabrikasına satın almacı olarak girdim. Çok ilginçtir, Faco da, Squibb de aynı kişiye aitti. Ancak Squibb İngiliz patentli, Faco tamamen yerli üretimdi.
 
On beş yıl sonra aynı işten emekli oldum. Emekli olduktan sonra, on yıl amcaoğlunun ateşleme enjeksiyonları üreten atölyesinde çalıştım. Büyük markaların kombi, şofben ve ocakları için enjeksiyon üretiyorduk.
 
Bu işi de bıraktıktan sonra tam bir emekli hayatı yaşadım. Gezmek, yürüyüş yapmak, yüzmek, bisiklete binmek… Sahilden Bakırköy- Haramidere arası çok gidip gelmişimdir bisikletle. Araba kullanmayı sevmem. Bazen otobüse binerim, aklıma esen semtlere giderim.
 
Sülalemiz birbirlerine çok bağlıdır. Yaklaşık yirmi kuzenim var. Çok sık bir araya geliriz. Sülalede sadece bir Galatasaraylı, bir de Beşiktaşlı bulunur, diğerleri hep Fenerbahçelidir. Hala Fener maçlarına gideriz topluca.
 
Yirmi-yirmi beş kişilik bir arkadaş gurubum vardı. Her ay toplanıp bir yerlerde yemek yerdik. Tabii hayat mücadelesi nedeniyle şehir dışında, yurt dışında yaşamak zorunda kalan arkadaşlarımız nedeniyle gurup çok küçüldü. Bediz, Hayri hala hayatımdadır. Kulübe kırgınlığım olmasaydı belki daha kalabalık bir arkadaş gurubum olabilirdi ama…
Neyse..