DİLAVER SENYÜZ




 




1943’te Üsküp kentinde dünyaya geldim. Makedonya o tarihte Yugoslavya’nın bir parçasıydı, bağımsızlığını kazanmamıştı. Tam tarihi bilmiyorum. Türkiye’ye geldikten sonra bizlere yani Yugoslav göçmenlere verilen hüviyetlerde gün, ay yazmazdı. Gün kısmına iki tane sıfır, ay kısmına iki tane sıfır konulurdu sadece.
 
Kalesiyle, Vardar nehri ve üzerindeki Osmanlı’dan kalma tarihi köprüleriyle çok güzel bir şehirdir Üsküp. Evimiz bir nehir kenarındaydı. Karşısında Yahyapaşa Camii ve aynı adı taşıyan bir okul bulunuyordu. Babaannem, babam, annem ve iki ağabeyim birlikte yaşardık. Çok güzel bir çocukluk yaşadım. Yani çocukluğumu doya doya yaşadım diyebilirim.
 
Abimler beni çayıra götürürlerdi, futbol filan oynardık orada. Büyük abimle aramda on yaş vardır. Çayırda yaptığımız o maçları seyreden büyükler çok beğenirlerdi beni. Hatta mahallede top oynamak için kendi aramızda takım kurarken, beni takımlarına almak için mücadele verirlerdi.
 
Babam çarıkçıydı. O zamanlar çarıkçı diye bir meslek vardı, babamın pazar yerindeki dükkanına gider gelirdim ara sıra. Anadilim türkçeydi. Babaannemler, babam, annem Arnavutça konuşurlardı ama ben hiç Arnavutça konuşmadım. Okulumuzda da anadil Türkçeydi.
 
İlkokul üçüncü sınıfa kadar Yahyapaşa İlkokulu’nda okudum. Dördüncü sınıfa geçtiğimde beni Tefeyyüz’e verdiler. Ortaokul ve lisenin bir arada olduğu büyük bir okuldu bu. Bu okulda dördüncü sınıfı bitirmeden 1953 yılında İstanbul’a göç ettik ve Davutpaşa mahallesi, Sulubostan Sokak, otuz dört numaralı eve yerleştik.
 
Davutpaşa’da köhne bir ilkokula başladım. Dördüncü sınıfı okumam gerekirken beni, yani göçmen çocuklarını, bir yıl geriden üçüncü sınıftan başlattılar. Lisanımız nedeniyle. Dediğim gibi, anadilimin Türkçe olmasına, Arnavutçayı hiç bilmememe rağmen Türkçemizin fazlasıyla yöresellik göstermesinden kaynaklanıyordu.
 
Okula gidip gelmenin dışında futbol oynuyorduk toplanıp arkadaşlarla. Bu dönemler başka bir şey yapmıyordum. Babam ve abilerim Mercan’da, önce askeriyeye palaska yapan, daha sonraları da çanta, top ve spor malzemeleri gibi şeyler imal eden bir iş yeri açmışlar, orada çalışıyorlardı.
 
Ortaokula başladım. Aşağıdaki büyük okula. Hatta okula gidip gelirken, bostanlarla hastane arasından geçerdik yolumuzu kısaltmak için. Okul bahçesinde oynardık ve burada da beni her takım kapmak isterdi. Okulun bahçesinde çok iyi topçular oynardı. Kaleci Talat abi mesela.
 
Mahallemizin bir takımı vardı o zamanlar, Gayretspor’du adı. Beni izleyip beğenen abilerimiz takıma girmemi sağladılar. Antrenmanlarımız, maçlarımız Topkapı’da Takkeciler sahasında olurdu. Lisans filan yoktu tabii bu kulüpte.
 
Orta birde iki yıl üst üste takılınca okuyamayacağımı anladım, babam ve abilerimle birlikte on beş yaşımda imalathanede çalışmaya başladım. Yaklaşık bir sene devam etti bu. Ta ki babamın beni, o zamanların bir numarası olan kuyumcu Bedri Sıtkı Özavar’ın yanına işe sokana kadar. Üç altın işleme atölyeleri vardı adamların. Ben Çuhacı Han’da olanda çalışıyordum. Kuşak altlarında, palto altlarında getirirlerdi altınları. Muhtemelen kaçaktı. Altınlar eritilir ve çalışmamız için bizlere dağıtılırdı. Kalemkar çırağı olarak girmiştim. Haftada elli kilo altın işlerdik. On sene kadar kuyumculukta çalışıp, tekrar baba mesleğine döndüm.
 
Kuyumcu’da çalışmaya devam ederken Üsküdar Anadolu kulübünde top oynamaya başladım. Antrenörümüz Bahadır Olcayto’ydu.  Kamuran Olcayto’nun abisi. Takıma girdim ve direk A takımda oynattılar. Davutpaşa ve Süleymaniye ile maçlar oynadığımızı hatırlarım. Antrenmanlarımız haftada iki gündü ve Beylerbeyi sahasında olurdu. Maçlarımızı ise Şeref Stadı’nda oynardık. Patron izin vermezdi ama ben kaçar giderdim. Zor olurdu tabii gidip gelmesi. Ancak gençlik vardı.
 
Üsküdar Anadolu 1908’de kurulmuş çok eski bir takımdı. İyi futbolcular vardı takımda. Çocukluğum o takımda geçti diyebilirim. Sürekli koşar dururdum. Takımın hamalıydım yani.
 
1966-67 sezonu Beylerbeyi’nde başladım oynamaya. Çok iyi bir camiaydı. Hayran olduğum futbolcular vardı. Küçük Ahmet (Sarı Ahmet derlerdi, İstanbulspor’da da  oynadı), Beşiktaş’lı Ceyhun, Lütfü, Lütfü’nün abisi Nazmi, dalyan gibi liberomuz Özcan abi, Fenerbahçe’nin kalecisi Şenlikköy’lü Üner, Servet, Ümit…
 
1967-68’da Davutpaşa’ya iki bin liraya transfer oldum. Çok iyi bir takım kurmuştu o sezon. Kaptanımız Bursaspor’a giden İbrahim’di. Çok iyi bir orta haftı. Rafet ile arkadaştık tabii ama maçtan maça. Hatta Orduspor’a beni istemişlerdi. Ben gelemem, dedim, yerime Rafet’i aldılar. Orada da evlendi zaten. Necati’yi çok severdim. Pırlanta gibi bir çocuktu. En iyi arkadaşımdı.
 
İki bin lira transfer ücretimin bin lirasını almıştım başkanımız Müfit Değer abiden. Ancak diğer bin liranın üzerine oturduğu için kırılmış, ayrılmıştım sezon sonunda.
 
1968-69 sezonu Çorluspor’a transfer oldum. İki sezon oynadım bu takımda. Çok iyi günler geçirdik orada. Yöresel kümede birinci, kategorimizde de Türkiye beşincisi olmuştuk. İzmir Denizgücü yenmişti bizi ve şampiyon olmuşlardı. O zamanların gerçekten en iyi takımlarından biriydi.
 
İstanbul’dan gidip geliyordum antrenmanlara, maçlara. Yol beş liraydı bize her gidiş gelişlerimiz için on lira verirlerdi. Yemekler de bol ve bedavaydı. Gece Çorlu’da kalmamız gerekirse, en iyi otellerde ağırlanırdık. İyi oyuncular vardı.
 
Çorluspor’da oynadığım dönem memleketten yani Üsküp’ten Sloga takımı geldi İstanbul’a misafir olarak. Etraftan futbol oynayan Üsküplüleri toplamaya başladılar Vardar takımını daha güçlü bir onbirle sahaya çıkması için. Alibeyköy sahasında bir dostluk maç ayarlamışlardı Vardarspor ile. Beni Sloga takımında oynattılar. Maçı attığım tek golle galip bitirmiştik. Maçı izleyen Alibeyköy’lü yöneticiler beni beğenmiş olmalılar ki 1970-71 sezonu Alibeyköyspor’da oynamaya başladım. Yetmişlerin sonunda kalemkarlık mesleği öldüğü için kuyumculuğu da bırakmıştım.
 
Maçı izleyenler arasında müstakbel kayınpederim de varmış. Onlar da Üsküplü olduğu için gelmiş maça. O da beğenmiş beni. İyi oyuncu demiş. Bayrampaşa’da oturuyorlardı. Yine memleketlimiz olan kaleci Rüştü (Rüjdi derlerdi ona) mahallelerinde bana uygun bulduğu, memleketlim bir hanım kızın olduğunu söylemişti. Ben de gittim bir gün ve tanıştım. İstettik filan. Oldu tabii. Ancak kayınpeder beni maçta çok beğenmiş ama naz yapmaktan da hiç geri kalmadı valla. Altı kızı bir oğlu vardı. Oğlu Cevat Öznalçın Beşiktaş’ta sağ açık oynamıştı, Çapa’da da oynadı sonra.
 
O sezon sonunda evlendim ve futbolu bıraktım. Bir sene sonra oğlum İbrahim dünyaya geldi. 1974’te de ikinci oğlum İsmail. Onlar da futbol oynadılar. İbrahim Galatasaray A takımına kadar yükseldi. Sakatlanınca bırakmak zorunda kaldı. Kardeşi İsmail’de aynı kaderi paylaşacaktı maalesef. Galatasaray A takımı, ardından Antalyaspor. Ve sakatlık. Kısa sürdü futbol yaşamları.
 
1971’de futbolu bıraktıktan sonra, babam ve abimlerle birlikte çanta ve top imalatına geri döndüm. Mallar kendi bünyemizde kesilir, astarlanır, dikilmek üzere Anadolu’ya genellikle Bursa’ya götürülürdü. Bu işleri ben üslenmiştim. Her hafta malları kontrol etmek, yeni mal götürmek, bitmiş malları almak, alacak-verecek hep bendeydi.
 
Babamız rahmetli oldu o aralar. Biz üç kardeş devam ettirdik tabii. Ev almak istiyorduk. Gittik eniştemize, Sat bize bu evi, diye rica ettik. Sağ olsun sattı. Üç buçuk katlı bir evdi burası. Ben kuyumculuktan bayağı para yapmıştım. Yaklaşık bir kilo altınımız vardı. Bozdurduk biraz ve aldık burasını.
 
Hadi dedik birer de yazlığımız olsun. Başladık yazlık için arsa aramaya. Arsayı buluyoruz ortanca abimle. Büyük abimiz geliyor gidiyor, orası olmaz burası olmaz. Yahu abi söyle neresini alalım, bir an evvel bu meseleyi halledelim. Bir türlü beğendiremiyoruz. Ortanca abimle ben bulduk bir yer ve satın aldık. Büyüğümüz çok bozuldu ve bizi dükkandan uzaklaştırdı. Şirket onun üzerineydi. Hatta aldığımız evin altındaki dükkanı da kızları kullanıyordu. Yün filan satıyorlardı. Ortanca abimle kaldık ortada. Ben de geçimimi sağlayabilmek için pazarcılığa başladım. Üç liraya penye alıp beş liraya sattım. Bu iş birkaç yıl sürdü. Tabii büyük abimiz bizi, biz onu avukata verdik. Hepsi satılsın dedik. Avukatlar, satılırsa çok zararınız olur, dediler. Umurumda değildi. Bana yar olmayacaksa ona da olmayacak dedim.
 
Neyse anlaşmalar sağlandı. Ben bir daire bir dükkan aldım. İki abim dükkanı tam ortadan kontraplakla böldüler. İşlerine devam ettiler. Ben de çocuklarımın isteği üzerine dükkanı internet kafe olarak değerlendirdim. 1999’dan beri internet kafe olarak çalışıyor. Anlaşmadan bir-iki yıl sonra ortanca abim vefat etti. Büyüğü hala hayatta.
 
Sabah erkenden, namazdan sonra açarım kafeyi. Ötedir beridir hallederim. Saat on ikiye doğru çocuklarım gelir benden devralırlar. Ben de bazen Üsküplüler Derneğine (oğlum İbrahim iki-üç sene çalıştırmıştı derneği), bazen kahveye, bazen alışverişe giderim. Yaz sezonu boyunca da yazlıktayım zaten.
 
Futbolu bıraktıktan sonra hiç ilgilenmedim herhangi bir futbol uğraşısıyla. Sadece çok kısa bir süre saha komiserliği yapmıştım.