AHMET MICIK






19 Mayıs 1950 tarihinde doğdum, Cerrahpaşa’da, Etyemez Davutpaşa semtinde. Samatya’ya yakın bir semt Etyemez. Cerrahpaşa da bizim semtte bir hastane olduğu için annem beni orada dünyaya getirmiş. Sahil yolu dolmamıştı o zamanlar. Dört beş yaşlarındaydım, hatırlıyorum.
 
Dört kardeşiz, üç kız kardeş, bir de ben. Annem Nebahat Mıcık ev kadınıydı, babam Ali Mıcık restorancı. Teknoloji gelişmemişti o zamanlar. Yaşam sanki daha bir kolaydı. Yazları babam bizi kamplara götürürdü. Kumburgaz’a, Şile’ye. Orada birkaç ay kalırdık. Çadır kurardık. Kumburgaz o günlerde araziydi.
 
İlkokuldan sonra Davutpaşa Orta Okulu’na başladım. Alpaslan Eratlı ile mahalle arkadaşıydık, bize yakın otururlardı. Benden bir iki yaş büyüktü Alpaslan. Okul bahçesinde birlikte top oynar, ayakkabılarımızı parçalardık. Çok çalışkan değildim derslerde, idare ediyordum işte. İlkokulu pekiyiyle bitirmiştim herkes gibi. Orta birde üç dersten ikmale kaldım. Ama vermiştim bu üç dersin de sınavlarını. Ortaokul sonrası Pertevniyal Lisesi’ne girdim. O günlerde Davutpaşa’nın lise bölümü daha açılmamıştı.
 
Ben sürekli top oynuyordum okulda, mahallede. Gayretspor adlı gayrı federe takımımızla yaptığımız yazlık maçlar çok çekişmeli geçerdi. On, on beş arabayla giderdik bu maçlara. Seyircimiz de vardı. On beş, on altı yaşlarındaydım bu sıralarda. Bayağı topçu gelirdi aramıza, A ve B takımlarına ayrılırdık bu nedenle. Ben hep A takımında yer alırdım. Her mevkide oynuyordum. Her iki ayağımı da iyi kullanıyordum çünkü. Savunmanın, orta sahanın her yanında top koşturuyordum.
 
O günlerde Davutpaşa kulübünden teklif aldım. Davutpaşa genç takımının antrenörü Nihat abi görmüş beni, beğenmiş. 1967 yılı yaz sonuydu. Benimle konuştuğunda hemen evet dedim. O da beni kulüp başkanı Müfit Değer ile tanıştırdı. Çok değerli biriydi Müfit abi, Allah rahmet eylesin. Amatör bir anlaşma yaptık hemen. Ama genç takımda dört beş maç oynadıktan sonra hemen A takımına alındım.
 
Alpaslan da gelmişti takıma. En gençleriydik Davutpaşa’nın. Hiç unutmuyorum. Deplasmana giderken, İzmit’ten geçiyorduk. Mola verdik orada. Alpaslan ile birlikte pişmaniye almıştık, ailelerimize dönüşte hediye verelim diye. Ama gidiş sırasında, gece uyurken, otobüste Davutpaşalı abilerimiz açmışlar kutuları, afiyetle yemişler pişmaniyeleri. Sonra kutuları kapatıp aynı şekilde bırakmışlar. Gece uyandığımızda, Alpaslan da, ben de pişmaniye yiyelim dedik. Canımız tatlı istemişti. Ama kutuların içi bomboştu. Abilerin gülüşleriyle kendimize geldiğimizi hatırlıyorum.
 
Amatördük aslında. Ama Müfit abi Sirkeci’deki mağazasına çağırdı beni,  Gel yanımda çalış dedi. Harçlığını çıkarırsın. Anadolu’ya kadınlar için örtü filan üretiyordu. Sarı Selim ile giderdim oraya. Birkaç saat takılır, sonra döner gelirdik. Üç yüz lira verirdi bize. Primlerimiz de buna eklendiğinde geçinip gidiyorduk işte. Ailemle birlikte kalıyordum o günlerde.
 
İlk yıl, Yeşilyurt’ta, tren istasyonunun yanında Sümerspor sahasında yapıyorduk idmanları. Trenle giderdik oraya. 1968 yılında ise Çukurbostan’ı aldı Müfit abi. Takım halinde orayı bir sahaya dönüştürdük. Bediz filan hepimiz çalıştık, kazmalarla, küreklerle. Müfit abi bile bize katılırdı zaman zaman. Kulübe yaptık oraya, kuyu suyuyla yıkanır, duş alırdık idmanlar sonrası. Malzemecimiz Aşık Baba da toprak sahanın yapımında bayağı ter dökmüştü.
 
Deplasmanlar bayağı uzaktı. Hatay, İskenderun, Elazığ, Ceyhan, Muğla filan. Otobüsler de çok ilkeldi o zaman. Git git bitmezdi.
 
1967/68 mevsimi çok başarılı bir takım kurulmuştu. Üçüncü ligin başladığı yıldı. Beyaz grupta mücadele etmiştik. Alpaslan, Rafet, Necati, İbrahim, Dilaver, Savaş, Ünal  gibi oyuncularla. Takımda çok iyi bir arkadaşlık havası mevcuttu. Dilaver abiyle semtte, Gayretspor’da da bir arada oynardık. Remzi de iyi topçuydu. Zayıf, kara bir oğlandı. Rafet ile Remzi çok iyi arkadaştı. Onlar deplasmanlarda bir arada kalırdı. Benim oda arkadaşım Alpaslan’dı. Takım kaptanı Necati Balaban’dı, Alaaddin abi de çıkardı zaman zaman. Necati harika biriydi. Ağırbaşlı, efendi ve çok yetenekli biriydi.
 
 
Deplasmanlarda çok dayak yediğimizi hatılıyorum.  Kafama taşlar yiyip, başımın şiştiğini. Antrenörümüz İtfaiyeci diye anılan Haydar Eryüntür’dü, ne yazık ki  başarısız bir hocaydı. Taktik filan vermezdi. Sadece takımı okurdu soyunma odasında. Ondan hiçbir şey öğrendiğimi hatırlamıyorum. Çok anım var bu yılla ilgili. Örneğin İskenderun’da kaldığımız otel çok ilginç bir oteldi, randevu evinden bozma bir yerdi. 
 
Yazları da top koştururdum, yani bütün zamanım aslında top oynayarak geçerdi. Bütün İstanbul sahalarını dolaşırdım arkadaşlarımla.
 
1968/69 mevsiminde takım bayağı değişti. Başımıza Müsellim Kesse gelmişti bu kez antrenör olarak. Sinirli biriydi Müsellim abi, birçok oyuncuya takardı. Ama beni çok severdi nedense. Belki takımın asları gitmişti ama gelenler de iyi topçuydu. Bence bir önceki senenin takımına yakın bir kadro kurulmuştu. Gol atamayan, ama gol de yemeyen bir kulüptük. Nazilli şampiyon olmuştu ama savunmaları bizden daha iyi değildi.
 
Bediz iyi ve güvenilir bir kaleciydi. Necmi Korkmaz ağırdı ama güçlü bir savunmacıydı, adamla oynardı. Turgut Yüksel ise daha akıllı bir topçuydu. Necmi’nin gerisinde süpürücü olarak görev yapardı. Şükrü Dik, Gündüz, Bedri savunmada oynarlardı. Sarı Selim, İsmail ve Sarı Hasan orta saha elemanlarıydı. Forvette oynayan Basri ilginç bir topçuydu, çok koşar, çok mücadele eder, ama boş kaleye topu sokamazdı.
 
Lüleburgaz maçını hala üzüntüyle hatırlıyorum. Uzatmaların uzatmasında hakem çok uydurma bir penaltı çalmıştı. Top göğsüme çarpmıştı oysa. Pis bir temdit penaltısıyla yenilmiştik. Ama rövanş maçında da benzer bir durum bizim lehimize gerçekleşmişti. Doksan artı üçte Ömer’in attığı golle galip gelmiş, üstüne üstlük tam 17 maçtır devam eden yengi orucumuzu bozmuştuk.
 
Isparta maçı önemliydi bizim için, son maçımızdı, ardından küme düşmüştük. Üç bir yenilmiştik. Maç öncesi yediğimiz etler keçi etiymiş; barsaklarımız bozulmuş, hepimiz ishal olmuştuk.   
 
Nazilli maçında ise maç öncesi ısınırken kolum çıkmıştı. Müsellim abi, Gençsin oynarsın diye gaz vermiş, maçı zar zor tamamlamıştım.
 
Bu yıl havam başkaydı. Artık 18 yaşımı doldurmuştum, kendime iyice güvenim gelmişti. Takım içindeki hava da çok güzeldi. Ayhan Günermengi en iyi arkadaşımdı. Kadroda yer alırdı ama pek on bire giremezdi. Orta saha oyuncusuydu. 1945’liydi benden büyüktü. Ama hala görüşürüz, çok saygılı, efendi biriydi. Erken yaşta kaybettğimiz Selim ile de iyi bir arkadaşlığımız vardı. Takımda gruplaşma yoktu, hepimiz canı gönülden dosttuk. Çoğu semtin çocuğuydu zaten.  
 
Mahalli lige düştüğümüz yıl, Üsküdar Anadolu, Yeşildirek, Alibeyköy Adalet, Süleymaniye Sirkeci, Eyüp, Hasköy gibi takımlarla mücadele ettik. 1969/70 sezonuydu. Sekiz dokuz takımlık bir ligdi. Bizim takım ortalarda yer aldı. Bediz Baysal, Ayhan, Altan, Turgut Yüksel, Şükrü Dik, Selim Baltepe gibi oyuncular vardı takımda, antrenör Rıdvan Şumlulu’ydu.  
 
1970 yazında İstanbulspor’a transfer oldum. Beni önce Bursaspor istemişti ama kulüpler anlaşamadı. Kısmetmiş. Sonra bir yaz günü Çukurbostan’da yaptığımız bir maçın ardından bir bey yanıma yaklaştı. Hayri Aydıner’miş, İstanbulspor başkanı. Beni istedi, beğenmişti. Müfit Değer ile anlaşması kolay oldu. Müfit abi beni profesyonel yapmıştı mahalli ligde. Kulüp de iyi para aldı bu transferden. İstanbulspor’a bizden giden Alpaslan oynadığı futbolla bayağı isim yapmıştı o sıralarda.  Yetim Ali diye anılan Ali Açıkgöz de takıma gelmişti Mersin’den. O da Davutpaşa’da oynamıştı dört beş yıl öncesinde.
 
Çok güçlü bir takımdı İstanbulspor. Yıldızlarla doluydu. Kasapoğlu, Bilge, Cemil, Yılmaz, Mete, Yıldırım, Bülent, Türker, K.Ahmet, Yalçın, Hayati, Ali, Alpaslan, B.Ahmet gibi topçularla. Kadroya girmesi bayağı zor olacak gibiydi. Ama başardım zoru. İyi çalıştım çünkü.
 
İstanbulspor Şeref Stadı’nda antrenman yapıyordu o günlerde. Basri Dirimlili antrenördü. Bahattin Baydar yardımcısıydı. Sezonun ilk idmanına çıktık. İki takım halinde çalıştık o gün, çift kale yaptık. Ben sağdaydım, Ali ile iyi anlaştım, çok başarılı oynadım. Kamp kadrosu açıklandı sonrasında, yirmi kişilik bir kadroydu. Seçilmiştim.
 
Spor Yazarları Turnuvası’nı kazandık Bursa’da; başarılı bir sezon geçirdik sonrasında. İkinci yarıda üst üste üç büyükleri devirmiştik.
 
İlk senemde yedi sekiz maç oynadım banko olarak. Ama sık sık da oyuna sonradan sokarlardı. Ben sağ bek, ya da sol bek oynardım. Yalçın abi sol bekti. Beni idare et, ses çıkarma, sen gençsin, önün açık, benim bu son senem, derdi. Ama Basri abi Boluspor maçında beni kestiği için, kızmış, yedek soyunmamış,  türbüne çıkmıştım. Çünkü önceki haftalarda forma şansı bulduğumda, iyi oynamış, hatta haftanın karmasına bile seçilmiştim. Bolu maçında, son yirmi dakikada oyuna girdim. Ali Sami Yen Stadı’ndaydı karşılaşma. Bir ara pası attım, golü bulduk. Çok sevinmiştim. Maç sonunda kaleci Yılmaz abi beni yanına çağırdı. Payladı. Ne bu yahu, gencecik çocuksun, yakışıyor mu sana. Yedekte kalabilirsin, futbol bu, böyle parlamak olmaz, dedi.
 
Sonra yengilerimiz devam etti, o yılın şampiyonu,  Brian Birch yönetimindeki  Galatasaray’ı hem de Ali Sami Yen’de 3-0 yendik. Bu maçların tümünde de oynamış, Beşiktaş maçında Yusuf’u marke etmiştim.
 
Kaleci Yılmaz büyük bir kaleciydi. Ama yaşamı düzensizdi. Bazen antrenmana biler gelmezdi. Yaşça bizden büyüktü, kimse hesap soramazdı ondan.
 
Ertesi sene Gemlik’te yaptık yaz hazırlıklarını. Spor Yazarları turnuvasında Göztepe’yi yendik, Bilge sakatlandı, futbolu bırakmak zorunda kaldı o maç sonrasında. Bursa ile 2-2 berabere kaldık ve kupayı aldık. Takım aynıydı ama Bülent, Yalçın ve Yıldırım ayrılmıştı. Tayfun ortasına gelmişti savunmanın.
 
Futbol hayatımın seyrini değiştiren maça geleyim şimdi. 1971/72 sezonu ilk maçında, Ankaragücü ile oynuyorduk. Numaralı türbün önünde bir rövaşata yapayım dedim ama vuramadım topa. Ayağa kalkayım derken, elim kaydı, bütün vücudum üstüme düştü. Kalktım, baktım, kemiğim çıkmıştı. Şanssızlık işte. Hastaneye gittik, Guraba’ya. Ameliyat ettiler beni. Antrenmanlara hemen başlayamadım, dört beş hafta geçti. Ama maçta taç atarken zorlanıyordum. Yeniden röntgen çektirdim. Kemikler ayrık duruyordu. Kaynamamıştı. Yeniden ameliyat edildim.
 
Bu arada takım kötü gidiyordu. Hayri bey istifa etti, antrenörler değişti. O yılki takımda kalede daha çok Mete oynuyordu. Alpaslan, Cemil ve Türker milli takımdaydı. Tayfun da iyiydi, Beşiktaş’a gitmişti daha sonra. Benden iki yaş büyüktü. Efendi bir oğlandı. Kalkavan ailesindendi. Laf aramızda, benden de çok umutluydu takımım, milli takım için aday gösteriyorlardı. Ama altı ayım sakatlıktan yok olmuştu.
 
Daha sonra Güngör Tetik geldi başımıza. Beni futboldan soğutan o oldu. Oysa başkan ile aramız çok iyiydi, sık sık konuşur, takımın kötüye gidişinin sebeplerini tartışırdık. Başkan Romanya’dan yeni antrenör getirmeyi düşünüyordu, mevsim sonlarıydı. Ben ona karşı çıktım. Sekiz on maç kalmış, gerek yok yabancı çalıştırıcı ile uğraşmaya, dedim. Genç takım çalıştırıcısı Güngör Tetik ile sezon sonuna kadar gitmemiz daha hayırlı olur diye düşünüyordum. Yönetim kurulu toplantısında Aydıner kabul ettirdi bu düşünceyi. Böylece Tetik takımın başına geldi. Ben sevinmiştim buna. Çünkü transferim sırasında bayağı uğraşmıştı Güngör abi.
 
Lokalimiz o günlerde İstanbul Erkek Lisesi’nin yanındaydı. Ali Açıkgöz ile oraya maaş almaya gitmiştik galiba. Baktım, Güngör abi de orada, sevgiyle yaklaşıp, koluna girdim. Elimi tutup itti. Bu ne laubalik, çek elini, diye tersledi beni. Ali de şaşırdı, ben de. Meğerse bana takmış antrenörümüz. Olay da genç takımla ilgili.
 
Benim sakatlığımın tam geçmediği sırada, Tekirdağspor ile yapılacak maçta, yaşım tuttuğu için beni oynatmak istemişti antrenörümüz, bense bu teklifi reddetmiştim. Antrenmanlara başlamıştım ama tam iyileşmemiştim çünkü. Bir de başka bir şey daha var. Biz Şeref’te çalışırken, genç takım Vefa’da antrenmanlara çıkardı. Gidip Güngör Tetik’i tebrik etmemiş olmam da, kafasını bozmuş antrenörümüzün.
Kötü gidiş sürdü Tetik ile de ve takım küme düştü. Samsun’a yenilince artık kaderimiz belli olmuştu. Adana ile yapmıştık son maçımızı.
 
Bu arada aşklar da başlamıştı. Hayat futboldan ibaret değildi çünkü. Komşumuz  bir Ermeni kıza olmuştum. Onunla çıkıyordum. Taksim’de oturuyorduk o sırada, oraya taşınmıştık. Sevgilimin kız kardeşi de Belçika’daydı. Bayağı iyi para kazanıyordum. Aylık üç dört bindi, primler de cabası. Belki bugünküler kadar paralı değildik ama iyiydik. Hatta Murat 124 almıştım, kullanıyordum.
 
Sevgilimi Belçika’ya gönderdim bir gün, kardeşini görsün, bir süre yanında kalsın diye. Sonra gelmedi buraya. Kalk sen gel, dedi. Burası çok güzel, burada yaşayalım. O günlerde vize filan yoktu. Sene 1972. Birinci kümeden düştüğümüz yıl.
 
İkinci ligde de başımızda Güngör abi vardı. Kaos içindeydik. 21 kişilik kadroya beni almamıştı. Daha sonra yönetimin itirazıyla girmiştim takıma ama huzursuzdum. Takımı bozmamıştık. Kalede daha sonra yıllarca Beşiktaş’ta başarıyla file bekçiliği yapacak Mete oynuyordu. Alpaslan filan hep takımdaydı. Cemil askerdi, gelmiyordu. Türker, Tayfun, sağ bek Hayrettin, K.Ahmet, Müjdat oynayanlardı. Başka bir şanssızlık da, Trabzonspor’un o yıl grubumuzda oluşuydu. Başta iyi gidiyorduk ama çuvallamıştık sonra.
 
Takım tatsız gidiyordu. Benim canım sıkkındı bu nedenle. Sevgilim de ısrar ettiği için tuttum Belçika’nın yolunu. Ama üç hafta kaldıktan sonra, ben burada yapamam, bu ülke bana göre değil diyerek döndüm geriye. Eyüp takımı istedi beni. Sezon 1973/74. Üçüncü ligde oynuyorlardı. İyi de para verdiler. Bu arada İstanbulspor’da kaynayan sular durulmuyordu. Benden sonra takım yine kötü gittiği için Güngör abinin işine de son verilmişti. Yerine Turgay Şeren gelmişti. Onun ilk sözü, Ahmet iyi topçudur, neden gitmesine izin verdiniz, olmuştu. Sezon sonunda Eyüp kümede kaldı, ben de yeniden Belçika’nın yolunu tuttum. Sevgilim çalışmaya başlamıştı. Dame De Sion mezunuydu, bayağı iyiydi dili. 
 
Geldik 1974/75 mevsimine. Ali Açıkgöz beni Isparta’ya götürdü. Beşiktaş ve Göztepe’nin golcü topçusu Nihat da ordaydı. Üçümüz iyi anlaşıyorduk ve aynı odada kalıyorduk. Ama sevgilimin aşkına dayanamadım, bir buçuk ay sonra Belçika’ya gittim. Bu kez kararlıydım, konsoloslukta evlendik. Bir yıl sonra ilk kızımız dünyaya geldi.
 
Dil konusu önemliydi. Fransızca öğrenmeliydim. Bu nedenle bir kursa yazıldım. İki yıl kadar devam ettim. Yabancılar için açılmış bir kurstu bu. Arjantinliler, Almanlar filan vardı. Eşimin de yardımıyla çözdüm bu işi iki yıl içinde. Ama Fransızca çok karmaşık bir dil. Ne kadar uğraşsanız, derinine inemiyorsunuz.
 
Tabii futboldan kopmamıştım. Belçika’da da top oynadım. Ve yıllar geçtikçe, insanlar beni tanıdı. İstanbulsporlu Ahmet diye nam saldım. Hem buradaki Türk takımları, hem de Belçika amatör ve ikinci küme takımları ilgilendi benimle. Futbol Belçika’da da bayağı yer tuttu yaşantımda.
 
Belçika’ya geldiğimde, kağıtlarımı yapan görevli memur da çok ilgilenmişti benimle. Hüviyetime meslek olarak profesyonel futbolcu olarak yazmıştı. Beni gelip izlemişti. Beğenmişti de. Büyük takımlara götürmek için de çabalamıştı.
 
Nato’da bir arkadaşım çalışıyordu. Bana Nato’ya girmem için teklif yaptı. Bir buçuk yıl Türkiye’de soruşturma yapıldı hakkımda. Ama bu arada Nato’nun futbol takımında oynamaya başlamıştım bile. Forvet ve orta sahada oynuyordum. Kaptanımız ise o dönemki Nato daimi delegemizdi. Sonra Nato’nun önemli adamlarından biri olmuştu kendisi.
 
Nato takımının en önemli topçusuydum. Genelde maçları kazanırdık. En verimli çağımdı. Finalde karşımıza İngiltere ya da Almanya çıkardı ve devirirdik hepsini, şampiyon olurduk. Takımın iyi oyuncularından biri de Gençlerbirliği’nin sol hafı Tugay’dı. İyi bir sol ayağı vardı, raket gibiydi.
 
1978’de girmiş olduğum Nato’da delegasyonda değil de, sekreteryada çalıştım. Altı yıl kadar kalmıştım orada. Seksenlerin başında Nato’dan ayrılmama neden olan şey ise dönemin çok yoğun olan ticari ilişkileriydi. Araba alım satımı çok karlı bir alandı. Bir arkadaşımın  teklifiyle Lübnan’a araba ihracına başladım böylece. Sene 1983 filan.  Afrika’yla da çalışıyordum. Çevrem gittikçe genişliyordu. İşlerim iyi gidiyordu. Peynir ekmek gibi satılıyordu arabalar. Mısır ile olan ticaretim de iyiydi. Ama 1987 yılında Lübnan’da iç savaş başladığında, yolladığım on, on beş arabanın parasını alamadım. Bekledim birkaç yıl, işler düzelir diye. Ama nafileydi, kesemden yiyordum. Hazıra dağ dayanmazdı. Ben de meslek değiştirdim bir kez daha.
 
Bu arada iyi gitmeyen yalnızca ticari yaşamım değildi. Evliliğim de sallanıyordu. İyi gitmiyordu. İki kızım (1976 ve 1978 doğumlular), bir de oğlum (1981 doğumlu) olmuştu ama eşimle anlaşamıyorduk artık. Ayrıldık sonunda. 1975 sonundan itibaren, 1988 yılına kadar on üç yıllık bir beraberlik sona eriyordu böylece.
 
Bir Belçikalı hanımla birleştirdim yaşamımı (1990-1996). Altı yıl kadar bir arada olduk ama bu da gittiği yere kadar gidebildi işte. İspanya’da yaşamıştık bir süre.
 
Lüks tavernalar açmaya başladım böylece. 1990 ile 2003 arası, yaklaşık on üç yıl uğraştım bu işle. Birkaç dükkanım oldu. En iyi iş yapanı Excellence’dı. İyi bir müşteri kitlesi yakalamıştım. Daha çok Nato’dan tanıdığım yabancılardı.
 
2003’te sonuncu eşimle bir araya geldik. Ben de tavernayı kapadım böylece ve kendimi emekliye sevk ettim. On dört yıldır onunlayım. Brüksel dışında oturuyoruz, Tesendello adında bir semtte. Ailesi de bu semtte yaşıyor. Ben de seviyorum bu temiz ve havadar semti. Bu nedenle Brüksel’i bıraktım, burada yaşamaya başladım. On dört yıllık taverna hayatı yormuştu beni. Gece yaşamı, mutfak sorunları, taverna işletmesi çok zahmetli ve yıpratıcı bir hayattı çünkü.
 
Tesendello’da hayat çok sakin geçiyor. Veteranlar takımında oynuyorum fırsat buldukça. Arabam var, emekliyim, iyi bir maaşım var. Hanım hala çalışıyor. Ama sürekli Türkiye’ye yerleşme planları yapıyoruz.
 
Türkçem hiç bozulmadı otuz yedi sene boyunca. Zaten izlediğim televizyon kanalları hep Türk kanallarıydı bu yıllar boyunca. Bu yüzden Türkçem hiç bozulmadı. Neden bozulsun ki.
 
Belçikalı eşim Flamandı. Bu nedenle anlıyorum Flamancayı. Ama önemsemiyorum, Fransızca cevap veriyorum bana bu dille seslenenlere. Flamanlar burada baskın olan millet. Yolları, bölgeleri çok temiz Flamanların. Valonlar daha tembel, bölgeleri pis, dağınık.  
 
Annem ve babam çoktan öldü, kız kardeşlerim yaşıyor. En çok hoşuma giden şu; İstanbulspor’da o kadar yıl oynadım, hiçbir tanışıklığım kalmadı, oysa Davutpaşa ile bağlarım kopmadı. Benim semtim Davutpaşa. Davut Kılıç, Bediz Baysal, Ayhan Günermengi, Sıtkı Özcan, Enver Tuna gibi sevdiğim arkadaşlarımla her İstanbul’a gidişimde görüşüyor, bir iki kadeh içiyorum. Hepsini çok seviyorum.
 
Enver Tuna Belçika’ya gelmişti bir ara. Abisi Belçika’da yaşıyordu. Ama altı ay kadar yaşadı burada, yapamadı, döndü.
 
Davutpaşa’nın kötüye gidişini ben Çukurbostan’ın kapanışı, elinden alınmasıyla ilişkilendiriyorum. Semt takımı olma özelliğimizi böylece kaybettik çünkü.
 
Yıllar içinde ne yazık ki siyasetçilerden de olumlu bir yaklaşım gelmedi kulübe. Söz gelimi, Hüsamettin Özkan Davutpaşalı’ydı. Ama kulübe elini uzatmadı ne yazık ki.    
 
Siyasi görüşüm  sosyal demokrat. Ve ülkemin gidişatını pek olumlu görmüyorum ne yazık ki.