ABDURRAHMAN PALAY



ABDURRAHMAN PALAY (7 Mayıs 1923 – 14 Nisan 2002)
                   
Ulvi Yetergil kırklı yıllarda Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin toprak zeminli avlusunda hayranlıkla izliyordu Davutpaşalı topçuların idmanlarını. Yakışıklı, babayiğit gençlerden birisini ise hiç unutamadı. Bu civanmert delikanlı, Davutpaşa camiasının yetiştirdiği  efsanelerin en büyüğü, en görkemlisi olan Abdurrahman Palay’dı.
 
Abdurrahman Palay bir koltuğunun altına çok karpuz sıkıştırmış sanatçılardandı, hem de iri iri, kocaman, dev Diyarbakır karpuzları. Oyuncu olarak başladığı sinema yaşantısında 1952-1995 arası yetmişe yakın filmde oynamış, bunlardan ellili yıllarda olanlarda jönlük de yapmıştı. 1955-1972 arası çekmiş olduğu otuza yakın film (melodramlar, komediler, Yıldız Tezcan benzeri şarkıcı yapımları) arasında yer alan Naylon Leyla (1961, Pesen Film) ulusal efsanelerimizden Erkin Koray’ın yer aldığı tek yapıt olarak geçmişti sinema tarihimize.
 
Palay çektiği filmlerin çoğunda başrolü üstlenmiş, bir kısmının senaryolarını da kendi yazmıştı. Kırklı, ellili ve altmışlı yıllarda yoğun bir tiyatro oyunculuğu yaşantısı da olmuştu. Bu kadarı bile gözüme bayağı yüklü gözükürken, Palay’ın asıl uzmanlık alanına henüz değinmediğimi ekleyeyim. Büyük bir seslendirme ustasıydı o, bir devdi. Bugün bir Yılmaz Güney kahramanını (Acı’nın, Umut’un, Ağıt’ın ve ötekilerin) Palay’ın hüzünlü pes sesinden, ağır ve her heceye anlam katan tonlamasından ayrı düşünmek olanaksız bence.
      
Palay’ı bir Samatya, Kocamustafapaşa çocuğu olarak tanımlayabiliriz. Baba Şemsettin lokantacıydı, Fethiye anne ise ev hanımı. Üç kardeştiler, Haliç Tersanesi’nde hesap uzmanı olarak çalışan Fevzi ve Necdet ile.  
 
Palay Hekim Ali Paşa İlkokulu, Davutpaşa Ortaokulu ve Pertevniyal Lisesi’nde gördü ilk ve orta öğrenimini. Hayata erken atıldı. 1940-1950 yılları arasında Sirkeci Büyük Postane’de memurluk, kavuniçi kahverengi Davutpaşa forması altında futbolculuk yaptı.   
 
Tiyatroya adımını Halkevleri’nde attı. Kırklı yılların ortalarıydı. 1951 yılında Sanat 6 Tiyatrosu'nda George Bernard Shaw'un Ermiş Jeanne oyunuyla profesyonel oldu. İstanbul Şehir Tiyatrosu ve İstanbul Radyosu Temsil Kolu'nda çalıştı. 1963'te Oraloğlu Tiyatrosu'na geçti. Ertesi yıl kendi topluluğunu kurarak turnelere çıktı. 1966 yılında Arena Tiyatrosu'nda Marcelle Mayrette'in Anastasia adlı oyununu hem sahneye koydu hem de başrol oynadı. 
 
Kırklı yıllarda Sirkeci Postanesi’nin telgraf bölümünde çalışan ve sihirli tıktıkları altmışlı yılların ikinci yarısında,  kızı Oya’ya da belleten Palay son derece yakışıklı ve kabiliyetli bir gençti. Kırklı yılların ortalarına doğru, radyo oyunlarında ufak seslendirmeler yaparken kendisini keşfeden Ekrem Reşit Rey oldu. Ekrem Bey Şehir Tiyatrosu’na, Muhsin Ertuğrul’un yanına götürdü onu. Böylece Palay’ın tiyatro hayatı başladı. Ses tonu çok farklıydı ve rol yeteneği de vardı. Bir yığın önemli oyunda oynadı.
       
İlk eşi Kamran hanımdı. Rauf adında bir oğlu olmuştu bu evlilikten ama ne yazık ki Rauf’u henüz beş yaşında menenjit hastalığından kaybetti, acılara boğuldu.
 
Ellili yıllarda ikinci evliliğini büyük besteci Selahattin Pınar’ın kardeşi olan oyuncu Melahat İçli ile yaptı. Oyunlardaki başarısı ve etkileyici sesi nedeniyle dublajlara çağırılmaya başlandı. Ve jön ses oluverdi hemen, jönleri konuşmaya başladı.
 
Ellilerde ününü iyice pekiştirmişti, yerli film yabancı film derken. Ellilerin sonunda, üçüncü eşi, Şehir Tiyatrosu oyuncusu Özen Tutucu ile birleştirdi hayatını. Oya Palay (1960) bu birlikteliğin ürünüydü. Armut dibine düşermiş, iki tiyatrocunun kızı da oyunculuğu seçecek, Şehir Tiyatroları sanatçısı olacaktı yıllar içinde.  
 
Altmışlarda Palay, Madem en önemli rolleri ben konuşuyorum, o zaman dublaj kadrosunu da ben yöneteyim, diyerek  dublaj yönetmenliği de yapmaya başladı. Altmışların ortalarına doğru, Yılmaz Güney’in çıkışına Palay’ın sesi büyük destek verdi. Necip Sarıca, Yılmaz Güney’le dost olduktan sonra Palay’la anlaşma yapmasını söyledi Adanalı Çirkin Kıral’a. Palay’dan başkasının onu kesinlikle seslendirmemesini belirtti.  Yılmaz Güney teşekkür etti Sarıca’ya. Ve bundan sonra Yılmaz Güney’i sadece Abdurrahman Palay seslendirdi. Belli bir haftalık karşılığındaydı bu. Palay’ın sesi o kadar bütünleşmişti ki Güney’le, Anadolu’da Abdurrahman Palay’ın başka bir filmde seslendirdiği aktör için, Bunu Yılmaz Güney konuşmuş, diyorlardı. 
 
Palay’ın sesinin Yılmaz Güney dışında özdeşleştiği bir başka sanatçı da Doğu ile Batı’yı bir potada eriterek özgün bir müzik bireşimine ulaşan besteci Orhan Gencebay oldu. Aynen Cüneyt-Palay ya da Çirkin Kıral-Palay birliktelikleri gibi çok verimli bir çiftleşmeydi bu da. Halkımız bu özgün sesle bütünleştirdi Gencebay’ın güçlü ve olgun kişiliğini. Ve Palay, 1972-1989 yılları arasında, 31 Gencebay filminden 27’sinde seslendirdi usta besteciyi. 
            
Palay Gencebay birlikteliği seslendirme ile sınırlı olmadı yalnızca; usta seslendirmeci 1980-1982 arası üç de filminde gözüktü bestecinin. Ben Topraktan Bir Canım’da iyi yürekli, yardımsever ama kiralık katil (Orhan Gencebay) kurşunlarına hedef olup sakatlanmış, bedensel yetilerini yitirmiş bir iş adamını, Vazgeç Gönlüm’de yine benzer bir iş adamını (ikisinin de yönetmeni de Osman Fahir Seden’di), Leyla İle Mecnun’da ise iki sevgiliye yol gösteren, onlara birbirinden haber uçuran, doğa ötesi güçlerle donatılmış bir dervişi, bir bilgeyi canlandırdı.     
 
Palay’ın kırklardan başlayarak, seksen ortalarına kadar yılları oldukça hareketli geçti. Yetmişlerin başında Özen Tutucu’dan boşanıp bu kez Nuray Maydos ile evlendi. Maydos’tan iki çocuğu dünyaya geldi. Ceylan (1970) ve Rauf (1971).
               
Ama seksenli yılların sonlarında ne yazık ki seslendirmede sorunlar yaşamaya başlayacak, hem yönetmenliği, hem de seslendirmeciliği bırakmak zorunda kalacaktı.
                     
Oya Palay şöyle anlatıyor. ‘’Babam tanımış olduğum en çalışkan insanlardan biriydi. Gününün nerdeyse tamamı dublaj stüdyosunda geçerdi. Çok yetenekli biriydi, elinden her iş gelirdi. Eve usta girdiğini hatırlamıyorum. Elektrik, elektronik, marangozluk, harç, sıva, boya, badana. Şile’de açtığı otelin de yığınla işini tek başına halletmişti.
 
Eli yazıya da çok yatkındı, benim edebiyat derslerimin çok iyi oluşu, tam not alışım hep babamın sayesindeydi. Beni düzenli çalıştırır, yakından ilgilenirdi.
 
Hayvanları çok severdi, çevreye duyarlıydı. Bir dönem köpek beslediğimizi hatırlıyorum. Otel bahçesine çiçekler ektiğini de.
 
CHP’liydi, sosyal demokrasiye inanırdı. Bir arada olduğu arkadaşları genelde dublajcılardı. Necip Sarıca ve Timuçin Caymaz gibi.
 
Müzik dinlemeyi çok severdi. Evde de, arabada da. Türk Sanat Müziği de severdi, disko da. Babam dans etmeyi delicesine severdi. Birlikte diskolara gider dans ederdik. Yaşıtlarım erkek arkadaşlarıyla giderdi diskolara, ben babamla gitmeyi yeğlerdim. Şile’de Değirmen Otel’in diskosu favori mekanımızdı. Kurtuluş’ta da Despina adlı meyhaneye giderdik sık sık. Fasıl dinlerdi orada da. En sevdiği şarkı, Selahattin Pınar’ın, Bir Bahar Akşamı Rastladım Size isimli bestesiydi. 
 
Tiyatroda kahramanı Muhsin Ertuğrul’du, sinemada ise Yılmaz Güney. Eski futbol anılarını anlattığını pek hatırlamıyorum ama futbolu çok sever, maçları sık sık izlerdi televizyondan.
 
İlk arabasını 1960 yılında benim doğumumun hemen öncesinde almıştı, Opel’di markası. Yıllar içinde farklı arabalar kullandı, çok iyi ve dikkatli sürerdi, mükemmel bir sürücüydü.
 
Babam çok soğukkanlı biriydi, kolayca telaşa kapılmazdı. Sette ise sert bir yönetmendi. 1967 yılında çektiği Acı Türkü isimli Nuri Sesigüzel filminde bana da küçük bir rol vermişti. Ama kızı olmama, yedi yaşını bile doldurmamama karşın gözümün yaşına bakmamış bayağı hırpalamıştı beni.  
 
Gençliğinde atletizm de yapmış, uzun atlama şampiyonluğu kazanmıştı. Ama yüzmeye meraklı değildi. Kulaç attıkça kramp girerdi bacaklarına. Yazlarımız Şile’de geçerdi.
 
Çok konuşkan biri değildi ama yardımseverdi, cömertti.  Yediklerine çok dikkat ederdi babam. Belki vejeteryen değildi ama kırmızı eti seyrek yerdi. Zeytinyağlıları tercih eder, domatesi ekmek gibi tüketirdi. Her gün 250 gram beyaz peynir yemeyi adet edinmişti.’’ 
 
Palay seksenlerin sonlarından itibaren zor günler geçirdi, hem de çok zor günler. Nuray Hanım kansere yakalanmıştı, çift mutsuz bir sona doğru adım adım sürüklendi.
 
Bilen bilir, Palay adı, aynen İsmet Ay gibi, İstanbul’un Karadeniz’e açılan güzel ilçesi Şile ile özdeştir. Terminal Meydanı’nda oturdu büyük usta, orda güzel günler yaşadı. Otel işletti. Heykeli dikildi mi bilmiyorum bu ilçeye ama sanatçılarına vefasızlıkta dünya rekorları kıran güzel yurdumda, Abdurrahman Palay düzeyinde bir sanatçının, bilinçsiz yığınların ağzına sakız olan bir ‘Nayır Nolamaz’ sapıklığına indirgenmesi benim çok sinirimi bozuyor.