EROL İME
20 Nisan 1942’de Bakırköy Osmaniye’de doğdum. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir semtti Osmaniye.
Üç erkek, iki kız kardeş, anne ve babadan oluşan birbirlerine saygılı, kalabalık güzel bir ailede, futbol dışında, fazla etkinliği olmayan, biraz haşarı bir çocuk, orta karar bir öğrenci olarak yaşamımı sürdürmekteydim.
Semtimizdeki atların ve jokeylerin cirit attığı Koşuçayır’ında top oynardık toplanıp. Zeytinburnu’ndan, Bakırköy’den, Yenimahalle’den gelirdi arkadaşlar. Atların ayakları arasından çok top topladığımı hatırlarım.
Çayırın çimi çok kaliteliydi. Ellerinizle aralardınız çimi, toprağa zor ulaşırdınız. En şiddetli yağmurlarda bile çamur olmazdı. Çayırın ortasından geçen derede, maç sonrası terimizi ve yorgunluğumuzu atmak için yıkanırdık .
Babam Sümerbank fabrikasında, kayıkhane sorumlusu olarak çalışırdı. Koşuçayırı’nın hemen arkasındaydı. Sümerbank adına katıldıkları kürek yarışlarında da dümen tutardı. Okul öncesi ve ilkokul dördüncü sınıfa kadar zamanımın çoğunu babamın yanında geçirirdim. Orda yer, orda içerdim. Okulum da çok yakındı zaten evimize de babamın çalıştığı yere de.
İlkokul dörtte, gayri federe mahalle kulübümüz Osmaniyespor’da B gurubunda futbola başlayınca zaman ayıramadım tabii. Büyüklerimiz de A gurubunda oynardı. Okuldan gelir, çantamı bırakıp çayıra koşardım.
O dönemlerden hatırladığım en önemli şey, büyüklerin sözünden asla dışarı çıkmamamızdı. Bu, oyuncu abilerimiz de olabilirdi, mahalle bakkalı da, Ayşe teyze de, Ali amca da. Bir şey istediklerinde ‘hayır’ deme lüksümüz yoktu. Gelirler döverlerdi. Çağırdıklarında ‘hazır ol’ vaziyetinde giderdik yanlarına.
Mahallenin namlı topçularından Fadıl abimiz ikinci kümede Süleymaniye’de, Sarı Kadir Karagümrük’te, Bakkal Kadir de Vefa’da oynardı. Bu büyüklerimiz sayesinde topçu olmuştu mahallenin neredeyse yarısı. Çok iyi oyunculardı. Kemik gibiydi hepsi. Sabah şu saatte, şuraya gelin, derlerdi. Herkes gelirdi o saatte. Başka işiniz olsa bile. Onlar ne derse o olurdu. Yirmi-otuz kişi toplanır, çimento fabrikasının yanındaki büyük iskeleden denize girer, takım oluşturup çayırda maç yapardık.
Mahallenin kahvesine salavatla girilirdi. Abilerimizden biri, bilmem kim abinin içeride olup olmadığına bakmamı istemişti bir keresinde. Girdim bu nedenle kahvenin içine. Top oynadığımız abilerimizden biri içerideymiş. Ne arıyorsun sen kahvenin içinde, diye hiddetlendi. Ben de, bilmem kim abi demeye kalmadan iki tokat çakmıştı suratıma. Gerçi sonradan beni yollayan abi durumu açıklamıştı ama bu arada iki sağlam tokat da yemiştim.
Semtimizin iki sahasında oynardık. Biri Çobançeşme, diğeri de sürekli top koşturduğumuz Koşuçayırı’ydı. Birbirine çok yakındı bu sahalar. Koşuçayırı tam bir futbol sahası değildi. Çim zemin ve oldukça geniş ve engebesiz bir alana sahip olması futbol oynayan herkesi oraya çekerdi. Hele tam karşısında yer alan meyve bahçesi unutulmazdı. Her mevsim çeşit meyve doluydu ağaç dalları. Hiç unutmam, bekçisine hep ters köşe yapardık bahçenin. Bekçi sağdan gelirse Zeytinburnu’ndan arkadaşlar soldan dalardı bahçeye. Eğer Zeytinburnu tarafından giriş yaparsa biz sağdan dalardık. Yani çok meyvesini yedik bu bahçenin, hayırla anıyorum.
Babamlar öğle sonraları top oynardı Sümerbank fabrikasının bahçesinde. Sümerspor kurumun resmi futbol kulübüydü. Birinci amatör kümedeydi. Onları da izlerdim zaman zaman.
Ortaokula geldiğimde, futbol sevgisi beni alıkoyuyordu ders çalışmaktan. Baktım, zorlamanın bir anlamı yok, ben de dahil oldum 1956 yılında Sümerspor kadrosuna. Sümerbank fabrikasında da işe başladım. Hem fabrikanın hem de takımın en genç bireyi bendim.
Fabrikada, hem futbol takımında oynadığım için, hem de daha yaşımın çok genç olması nedeniyle sıkmazlardı beni. Hafif işler verirler, antrenmanlarım için boş zaman sağlarlardı bana. Takımda yer alan abilerimizin çoğu da fabrikada çalışırdı zaten.
Beni solhaf olarak aldılar takıma. Abilerim beni el bebek gül bebek idare ederlerdi. İyi oynuyor olmalıymışım ki direk takımda oynadım hep. Aslında sağ ayağım daha kuvvetlidir, ama sol ayağımı da kullanabiliyordum. Demek sol ayak kullanan başka biri yokmuş ki solhaf yaptılar beni. Hani koçun olmadığı yerde, keçi Abdurrahman Çelebi’dir ya…
Kaleci Sefa Erfa’nın abisi Salih de oynuyordu takımda. Kaptanımız Sabri abimizdi. Hep birlikte oynarlardı, biri bek, biri haftı. Muhteşem bir ikiliydi.
O zamanlar Ataköy Plajı’nda yüzerdik. Pırıl pırıl kumu, berrak deniziyle muhteşem bir plajdı. Futboldan arta kalan zamanlarımızda plajda geçirir, yüzer, güneşlenirdik.
Maçlarımızı Vefa, Beylerbeyi ya da Şeref stadlarında oynardık. Sümerspor bir müessese takımı olduğu için kendi tesisleri vardı. Toprak sahası ve antrenmanlardan sonra ter ve yorgunluk attığımız duşlarıyla iyi bir tesisti. Bu nedenle diğer kulüplerin, Salı-Perşembe antrenman kurallarının dışına çıkar, haftada üç antrenman yapardık. Erbakan döneminde oraya lojmanlar yapıldı ve saha yok edildi ne yazık ki.
Askere gidene kadar oynadım Sümerspor’da.
1962 Kasım ayında Erzincan’a gittim askerliğim için. Futbolla iç içe geçen bir askerlikti. Bakırköylü kaleci, genç milli Tostos Turan benden bir dönem önce gitmiş Erzincan’a askere. Yarbayları futbola çok meraklı bir subaymış ve gençliğinde de oynamış zaten. Adı Sami Havlı’ydı. Yeni gelen ve futbolla ilgilenenlere hep sorarmış, Sizin oralarda iyi oyuncular var mı, diye. Turan da benim adımı vermiş. Yarbay bu soruşturmaların sonucunda elde ettiği isimleri alıp, oraya gelip gelmeyeceklerini, ne zaman geleceklerini tespit ettirirmiş.
Bindim trene, geldim Erzincan’a. Tabii futbol aşığı yarbayın varlığından habersizdim. İçimde bir korku. Her şeyden, herkesten uzak geçecek koskoca iki yıl! Bu düşüncelerle boğuşurken istasyonda ismim anons edilmesin mi! Aman tanrım, dedim. Neler oluyor? Bir hata mı yaptım. İstanbul’dan gelen Erol İme’nin inzibat kulübesine uğraması emrolunur!
Buldum inzibatları, ben Erol İme, dedim. Aldılar beni, askeriyeye götürdüler. Asker elbiselerimi giydim. Anons edilen isimleri bir araya topluyorlarmış meğer. Sonra da idmanlarda seçim yapıyorlarmış, takımda oynayabilecek kişileri.
2-3 gün içinde çıktım sahaya. İdmanlarda beğenildim ve alındım takıma. Erzincan Karagücü diye çok iyi bir takımdı. Her yıl şampiyon olurdu. Balıkesir’e, Ankara’ya deplasman maçlarına giderdik.
1964 Kasım ayında geldim askerden. Yine Sümerbank fabrikasına işe girmeyi düşünüyordum. Feriköy’de oynayan Mustafa mahallelimdi, Kayseri’de de, Vefa’da da oynamıştı daha sonra. Beni önermiş kulübe solhaf olarak. Gelsin, demişler. Çıktım antrenmana. Tamam, dediler. Başla.
Sezonun yarısında girdim Feriköy’e. Birinci kümede mücadele eden çok iyi, oturmuş bir takımdı. O kadar iyi oyuncular vardı ki! Kaleci Necdet, ortahaf kaptan Ahmet, sağbek Erol Evcimen, Rıdvan, Mehmet Ali filan. Askerden yeni gelmiş, sivil dünyaya uyum sağlamaya çalışan biri olarak, bu isimlerin arasında direk oynayamamıştım. Antrenörümüz Basri Dirimlili’ydi.
1966’da Feriköy’de geçirdiğim bir buçuk sezonun ardından, bir arkadaş beni Sultanhamam’a Müfit Değer abinin dükkanına götürdü. O çağırtmış. Davutpaşa’ya gel, dedi başkan. Tamam dedim ben de. Ücreti filan hiç hatırlamıyorum.
Neyse 1966-1967 sezonunda Davutpaşa formasını giydim. Antrenörümüz ilk yarıda Yugoslav Nikola Radoviç’ti. İkinci yarının başında ayrıldığında ise kulübün demirbaşlarından Ayakkabıcı Turan abi gelmişti. Solbek olarak başladığım mevsimde coker gibi sağiç, soliç gibi tuhaf tuhaf yerlerde de oynatıldım sene boyunca.
Ünal gibi teknik bir orta saha, Babür gibi çok koşan ve toplara sert vuran bir forvet, Necati gibi süratli bir solaçık, Oktay ve İbrahim gibi geçilmez savunmacılar vardı takımda. Ben geldikten sonra geçmiş yılların solbeki Çağatay pek forma şansı bulamadı.
Oktay Mat’ın ayrı bir yeri var futbol yaşantımda. Bakırköy Zuhuratbaba’da, yazlık takım maçlarında beraber oynardık kendisiyle. 1966-67 mevsiminde Davutpaşa’da takım arkadaşıydık. 1967 yazında birlikte Edirnespor’a transfer olmuştuk. Yıllarca orada savunmada yine beraberdik.
Zuhuratbaba sahasında yazları turnuvalar düzenlenirdi. Şöhretler turnuvası denirdi. Bir çeşit, iyi futbolcuların büyük kulüpler için görücüye çıkma maçlarıydı. Karagümrüklü Tarık Zuhuratbaba maçlarında kaptanımızdı.
O dönemlerde Edirnespor’u Naci Erdem çalıştırıyordu. Abi, demiş Tarık, bizimle oynayan bir çocuk var. Bir haftasonu gel Bakırköy’e seyret. Geldi Naci Erdem. Ben de çok iyi oynamıştım o gün. Maçtan sonra da arkadaşlarla Normandiya Gazinosu’na gitmiştik. Eve geldiğimde saat geçti ve yorgundum. 23.30 civarıydı. Yemeğimi henüz yemiş, pijamalarımı giymiş yatmaya hazırlanıyordum artık. Dışarıdan birinin seslendiğini duydum. Balkona çıkıp baktığımda Tarık olduğunu gördüm ve yanında da Naci abi vardı. Gel, dediler. Biraz konuşalım.
Giyindim, indim aşağıya. Seni Edirne’ye götürmek istiyorum, dedi Naci abi. Tarık da, Naci abinin dediklerini yapmanı öneririm, demişti. Ertesi gün randevulaştık, bindik arabaya geldik Edirne’ye. Çıktık yöneticilerin yanına. Üç al, beş ver; konuştuk ve anlaştık.
Oktay da, ben de direk oynamaya başladık takımda. Ama 1968-69 sezonu sonunda üçüncü kümeye düştük. Önceleri solhaf olarak düşünüyordu beni Naci abi. Daha sonra solbeke aldı. Fazla risk alan bir oyuncu değildim. Orta sahaya yönelik haf oynardım. En müsait adama topu verir, kendimi boşa çıkarırdım. Yedi-sekiz yıl oynadım Edirnespor’da. 1967-1975 arası.
Edirneli bir ailenin kızıyla tanıştırıldım. Görüştük, anlaştık ve 1968’de evlendim. 1971’de kızım, 1975’de oğlum dünyaya geldi. Şimdi, her ikisinden de birer torunum var.
Futboldan arta kalan zamanlarımda, kaldığımız lojmana yakın olan kulüp lokalinde bilardo, maçakızı oynardık. 1974’te Edirne Ticaret Borsası’nda on dokuz yıl sürecek bir memuriyet hayatım başladı. 1975’ de de futbolu bıraktım.
Borsadan emekli olunca antrenör kurslarını bitirdim. İkişer yıl boyunca, Tuncaspor, Kirişane, PTT , Köseömer takımlarını çalıştırdım. PTT ile Edirne gurup şampiyonu olduk.
Antrenörlük sürerken, on beş yıl Cevat Ağaoğlu Spor Tesislerinde halı sahanın yöneticiliğini yaptım. 2007 yılında bu işi de bıraktım. Artık yaş kemale ermişti çünkü. Dolayısıyla antrenörlük de yapmadım. Kahveden eve evden kahveye. Yazları neredeyse tüm deniz sezonu Enez yakınlarındaki yazlığımda geçiriyorum.