DAVUT KILIÇ

1944 senesinde Malatya’da doğdum. İki 44 şahane bir uyum sağlıyor. Malatya’nın plaka numarası ve benim doğduğum yıl. Ama doğum günüm ne yazık ki belli değil.
 
Malatya Lisesi orta kısmında orta bire kadar okudum. İki kız, iki erkek olmak üzere dört kardeştik. En büyükleri benim. Benden bir küçük olan kız kardeşim Almanya’da yaşıyor. Onun bir küçüğü erkek kardeşim 8 Mart 2011 tarihinde vefat etti. En küçük kız kardeşim de halen İzmir de. Mutlu bir aile yaşantım oldu. Hırı gürü olmayan bir aileydik. Birbirimizin halinden anlayan insanlarmışız diye düşünüyorum şu anda.
 
İlkokul ve ilkokul öncesi cep harçlığımı çıkarabilmek için ayakkabı boyacılığı yaptım. Başka işlere de bakardım zaman buldukça. Mahallemizde kör bir kadın yaşardı. Kocası topal, oğlu da keldi. Kuzularını otlatmaya ben götürürdüm.
 
Mahallemizin 300-400 metre ilerisinde bir kesim evi vardı. Kesim evinin yanındaki boş arazide top oynardık toplanıp. O zaman ‘suluk’ denilen, bir hayvan sakatatından top yapar, şişirerek onunla oynardık. Çocuktuk işte! Maçtan hemen sonra buz gibi suları içer hastalanırdık. Bir güzel de dayak yerdik annelerimizden.
 
Ailemizin üç numarası olan rahmetli erkek kardeşimin bir topu vardı. Topu konusunda çok titizdi. Oynamak için isterdik, kendisinin de oynaması koşulu ile verirdi. Bizden çok küçük olduğu için pek dahil etmezdik onu oyunlarımıza. Ama mecbur kalınca, Hadi gel oyna, derdik. Oyunun en heyecanlı yerinde sıkılır ya da kızar, alır topunu giderdi. Kalakalırdık öylece. 
 
Annem o zaman Tekel’de, kreşte çalışıyordu. Tekel çalışanlarının çocukları için kurulmuştu. Çalışanlar çocuklarını sabah gelirken getirirler, akşam giderken götürürlerdi. Bu sürede çocukların her türlü bakımları yapılırdı. Beslenmelerinden sağlık hizmetlerine kadar. Annem de bu bakım ekibindeydi.
 
Malatya’yı severdim. Suyu çok güzeldir mesela. Çocukluğum orada geçtiği için her şeyi bana güzel gelir şimdi düşündüğümde. Her şeyi doğal gelir. İstanbul’a geldikten sonra dostluklar edinince burayı da sevdim tabii. Uyum sağlamam da çok uzun sürmedi zaten.
 
Ben yaramaz bir çocuktum galiba. Komşular mahallede sadece benim sesimin çıktığını söylerlerdi. O dönemler çocukların oynadığı bir oyun vardı. Kafa kırmaca derlerdi. En yaramazlarından biri olduğum halde o oyunu oynamazdım. Ebe kovalar, yakaladığının kafasına taşla vurup yarardı. Bana hep saçma ve anlamsız gelirdi bu oyun. Ama çok yaygın oynanırdı. Benim bu oyunu hiç oynamamama rağmen, kafamda dört kırık vardır, çeşitli nedenlerden oluşmuş. Komşular olsun, öğretmenlerim olsun beni severlerdi yaramazlığıma karşın. Girişken, afacan bir çocuktum. Mesela 1957 senesinde okulun folklor ekibine de girmiştim.
 
Turgut Özal’ın annesi Hafıza Hanım benim ilkokul öğretmenimdi. İri, çok uzun boylu bir kadındı diye hatırlıyorum. Sonra ortaokula başladım. Arkadaşlarla okuldan kaçar, Küçük Malatya da denilen Battal Gazi’nin bulunduğu yere, bizi kimsenin göremeyeceği yerlere giderdik. Binerdik otobüse, kırk- kırk beş kilometre yol giderdik nerdeyse. Sabah okula gelir gibi çıkar, akşam da okuldan eve gelir gibi dönerdik. Battal Gazi’nin olduğu yerde çok fazla tarihi eser bulunurdu. Hatta o zamanların ortalıkta bir söylenti dolaşırdı. Bir camiyle ilgiliydi bu söylenti, minaresi yıkılmış bir camiydi. Caminin altında altın olduğu söylenirdi. İlgilenen bir hayırseverin kazı yapıp, çıkan altınlara, camiyi onarması koşulu ile sahip olabileceği söylenirdi.
 
1962 yılında İstanbul’a göç ettik. İstanbul’a geldikten sonra, 1965’de askerlik ile ilgili bir iki günlüğüne gittim memleketime. O yıldan beri de hiç görmedim.
 
Küçük Mustafapaşa’da, Yavuz Sultan Selim’in aşağısında mütevazi bir evde oturduk İstanbul’a geldiğimizde. Ahşaptı, iki katlıydı. Dört beş sene önce evimizin sokağından geçtim. Yıkılmıştı ve yeri boştu. Cibali Tütün Fabrikası ile Balat arasında kalan bir yerdi burası. Bir gariban semtiydi. Ama herkes birbirini sever ve sayardı.
 
O günlerde Yavuz Sultan Selim Kız Lisesi’nin şimdi yerine park yapılmış olan bahçesinde top oynardık. Annem de Cibali Tütün Fabrikası’nda işe başlamıştı. Kıt kanaat geçinen bir aileydik ama bunu kimselere fark ettirmeden sürdürürdük yaşamımızı. Ben ve annem çalışıyorduk sadece.
 
Bir sene içerisinde mahallenin çocuğu olmuştum. Tabii bu kadar çabuk olmasını futbola bağlıyorum. Futbol kaynaştırıcı bir işlev görüyor.
 
Karagümrük Orta Okulu’nda başladım tahsilime kaldığım yerden. Karagümrük Ortaokulu’ydu eskiden, adı şimdi Ahmet Rasim olmuş. Geçenlerde Vefa Stadı’nda veteranların bir maçını seyretmeye gitmiştim. Karagümrük’e de uğradım ve okulumun yöresini dolaşarak biraz eski günlerimi hatırladım, duygulandım. Sanırım bu yaşlarda, yani yetmişine gelince insan biraz daha fazla ihtiyaç duyuyor anıları hatırlamaya.
 
Karagümrük Ortaokulu’na başladığımda on sekiz yaşındaydım ve birinci sınıf öğrencisiydim. Ama altmışlı yıllarda da, öncesinde de rastlanılmayan bir durum değildi bu. Yirmi üç yaşında hala ortaokulda okuyordu bazı abilerimiz. Okuldan arta kalan zamanlarımda boyacılık yapmaya da devam ettim, aileme katkıda bulunmak amacıyla.
 
Malatya’dan ilk geldiğimde Türkçem çok şiveliydi. Edebiyat hocam her seferinde şivemi düzeltmem konusunda uyarırdı beni. Çok utanırdım ve kısa bir süre sonra ben de şivemi ortadan kaldırmaya başladım. Şiveyi tamamen ortadan kaldırmış olmalıyım ki, Malatyalı olduğumu söylediğimde insanlar inanmamaya başladılar.
 
Okulun futbol takımı yoktu. Ben voleybol takımında oynardım sadece. İstanbul’a geldiğimiz yıl Karagümrük’ün bir antrenmanına katıldım. Takım birinci kümeden o yıl düşmüştü ikinci kümeye. Bir sezon önce Sümer, Gökçen, Nihat, Orhan, Kadri, Doğan, Tarık, Zekai, Turan, Kadir, Aydın gibi çok iyi oyunculardan oluşan takım Türkiye Birinci Ligi’nde üçüncülük almıştı. Büyük bir başarıydı bu. Ancak ekonomik krizden etkilenen kulüp kadroyu diğer kulüplere dağıtmak zorunda kalmıştı.
 
Kulübün genel kaptanı Cavit abiydi. Bu kara oğlanı alın, demişti denenmeye gittiğimde. Böylece 1962 yılında Karagümrük’ün genç takımında oynamaya başladım. Sağ bek mevkiindeydim ve idmanlarımı çok iyi futbolcularla yapıyordum. Birinci kümeden düştükten sonra takımda kalan iyi oyuncularla birlikteydik. Ara sıra A takım ile maçlara da çıkarıyorlardı beni.
 
Hem kulübün genç takımında oynuyordum hem de kulübün lokalini işletiyordum. Paramı kazanıp, muhtaç olmuyordum kimseye. Medresenin içerisindeydi o zamanlar kulübün lokali. Langırt masalarını aynı zamanda halde de çalışan takım kaptanımız, sol haf Doğan abi işletiyordu. Malzemecilerin parasını oradan sağlıyordu.
 
Orta üçte iki üç dersim kalmıştı ki, askerlik zamanımın gelip de geçtiği uyarısını aldım. Yıl 1965’di. Askere gittim böylece. Yirmi dört ay sürdü. Ankara muhabere okulunda yaptım askerliği. Okulun futbol takımına Altan üst teğmen bakıyordu. Ordu milli takımının sağ bekiydi kendisi. Muvazzaf subay olduğu için sadece ordu takımında oynayabiliyordu. Bir futbolcu geldi demişler ona. Beni antrenmana çıkardılar. Antrenmandan sonra bizim askeri takımda banko oynamaya başladım, Altan üst teğmen beğenmişti beni.
 
Bizim askeri takım oldukça güçlüydü, Vefa ve Demirspor kalecisi Altay, Ankaragücü’nden rahmetli Selçuk Yalçıntaş, İzmirspor’dan Gürel, kardeşi Zeki, Adanaspor’da oynayan Mardinli Hamdi gibi. Yani bu futbolcuların arasında kanıtlamıştım ben kendimi.
 
Askerde çay ocağı sorumlusu oldum, güzel para da kazandım. O günün şartlarına göre çok iyi bir parayla, beş bin lirayla döndüm asker ocağından. Sene 1967. O parayla bir kahvehane aldım Fındıkzade Kızıl Elma Caddesi’nde. İki katlı bir kahveydi bu. Her kat yüz elli metre kareydi. Yukarıda on dört masa, artı iki de bilardo masası duruyordu. Aşağıda ise on dört masa artı iki de masa tenisi masası. Masa tenisi masalarının arası bölünmüştü. Yani gelenlerin spor yapmalarına yönelik yerleştirilmişti kahvenin geneli.
 
Kaliteli bir müşteri oluştu çok geçmeden. Banka çalışanları, memurlar iş çıkışı uğrar, bir-iki oyun oynayıp evlerine öyle giderlerdi. Cumartesi öğlene kadar çalışan bankacılar ve memurlar iş çıkışı gelir, bilardo ya da masa tenisi oynarlardı. Müşteriler kendi oyunlarını, kendi masalarını, kahveye gelmeden önce kendi aralarında kurarlardı. Yani bizim, gurubun dışında oyuncu aramamıza gerek kalmazdı.
 
Öğleden sonra gelen müşteriler genelde akşam altı yedi gibi kalkarlar, yakın meyhanelerde bir-iki tek attıktan sonra saat yirmi iki gibi yine gelirlerdi. Bu akşamcılar sabah ikiden önce masalardan kalkmazlardı tabii. Ben de onlar kalkana kadar orada kalırdım zorunlu olarak. Sabah üç-üç otuz gibi de evdeydim. Ama evimin yakınlarındaki düğün salonu bana kabir azabı çektirirdi. Haftanın üç günü sünnet düğünü, evlenme düğünü ve konser gibi etkinlikler olurdu çünkü. Sabahın üç buçuğunda Adnan Şenses hala şarkı söylerdi bangır bangır. Uyumak olanaksızdı bu koşullarda. Saat dörtte yatar, yedide dikilirdim ayağa. Ya antrenman ya da maç vardı çünkü.
 
Askerden geldiğimde Taksim kulübüne transfer oldum. Sene 1967. Yirmi üç yaşındaydım. Çevresi geniş olan, iş adamı Raif abimiz beni kendisi götürmüştü Taksim kulübüne. Yöneticiler çok ilkeliydi. Sabah antrenmana onda başlarlardı. Herkes tam saatinde gelirdi çalışmaya. Ben yetişemezdim. Antrenmanlar Şeref Stadı’nda yapılırdı ve ben üç vasıta ile giderdim. Sabah geç saatlere kadar kahveyi de işlettiğim için hiçbir zaman zinde olamazdım. Antrenörümüz Tenekeci Garbis diye anılan bir hocaydı. Varujan takım kaptanımızdı, kırklarına yaklaşmış yaşlı ve deneyimli bir topçuydu. Üç-dört hazırlık maçında yer aldım sadece. Baktım artık götüremiyorum, 1968 yılında Davutpaşa’da başladım antrenmanlara çıkmaya. Hiçbir şey de talep etmedim. Durumum iyiydi o zamanlar. Oynadığımız maçlarda prim veriyorlardı. Bakardım benim de cebime bir şeyler koymuşlar.
 
O çalışma temposu ve uyku saatleri Davutpaşa’da da devam etti. Çukurbostan sahasında yapardık idmanlarımızı. Saha bizim olduğu için rahat kullanırdık, istediğimiz saatlerde gidip antrenmanımızı yapardık. Genelde saat on dörtte başlar, on yedide bitirirdik ve herkes işinin gücünün başına dönerdi. Ama yine kahvedeki o çalışma temposu ve uyku saatlerinin kısıtlılığı yaşantımı bir futbolcu olarak sürdürmeye olanak tanımıyordu.
 
1969 yılında büyüklerimizin tavsiyeleriyle hemşerim Aysel hanımla Beyazıt’ta güzel bir düğün salonunda evlendim. Askerden önce tanıştırılmıştık. Hayatımdaki tek kadındır Aysel Hanım. Çok mutlu bir beraberliğimiz oldu kırk altı yıllık evlilik yaşantımızda. Bu süre içinde sesimi bile yükseltmedim kendisine. Elbette birbirimize küstüğümüz zamanlar da oldu ama en fazla yemeğe gitmezdim bu durumlarda, evden erken çıkardım. Bunun gibi masum şeylerle belirtirdim küskünlüğümü. 1970’da Murat, 1975’de de ikizlerimiz Serhat ile Ferhat dünyaya geldi. Hepsi meslek sahibi oldular, kendilerini kurtardılar.
 
Aysel hanım ile evlendikten sonra Seyitömer’de, subay lojmanlarında oturduk. Sonra 1974 senesinde aldığımız Fındıkzade’deki evimize taşındık ve hala orada oturuyoruz.
 
1972-73 mevsiminde kampa girmiştik Selimpaşa’da. Rahmi hoca herkesi çağırıp hal hatır soruyordu. Neler yapıyorsun, nerede oynuyorsun falan diye. Geldi, bana da sordu. Sağ bek oynuyorum, aynı zamanda kahve işletiyorum, dedim. Futbolcuların özel hayatlarını da kontrol ederdi. Futbolcunun hayatında bir düzen ve disiplin olması gerektiğini düşünürdü. Bir gece saat on ikide, gece yarısı geldi ve beni hala kahvede çalışırken gördü. Abi cezam neyse uygula, dedim çaresizce. Takımdan atabilirdi, yedeğe alabilirdi. Ama o, Sensiz kampa girmem, sensiz takım kurmam, dedi. Çok duygulanmıştım. Ben bozgunculuk yapmaz, hep birleştirici olurdum takımda. Yaşım gereğiydi. Diğerlerinden bir iki yaş büyüktüm çünkü ve idarecilik vasıflarından da fazlasıyla nasiplenmiştim.
 
Hiç unutmadığım bir ayrıntı da şu. Rahmi hoca denetiminde çift kale maç yapardık idmanlarda. Maçtan sonra da yarım saat minyatür oynardık. Onun takımı mağlup ise, galip gelene kadar, gerekirse saatlerce oynatırdı oyunu. Sonra Amerika’ya yerleşti, uzun süre orada kaldı. Yurda dönüş yaptıktan sonra bir gün geldi, kahveme uğradı. Kalecimiz Muharrem’di o sırada, daha sonra Beşiktaş’ta da oynamış olan Muharrem. Ya söyle o kaleci Muharrem’e, öyle ikide bir adamların arasına girip, ortada sıçan oynamasın, dedi Rahmi abi. Bir daha hayatı boyunca çıkamaz oradan!
 
1974’de futbolu bıraktım. O günlerde otuzunu bulan bırakıyordu futbolu, adettendi. Antrenör kursuna gittim. Kursu bitirdikten sonra da Davutpaşa’nın  genç takımını çalıştırmaya başladım. Çok iyi bir kadro kurdum. Çukurbostan sahasında adam deniyordum sürekli. Bazen yirmi genci dener, hiçbirini beğenmezdim. Kurduğum genç takım İstanbul ikincisi oldu. 1975-76 mevsimiydi. Fenerbahçe genç takımının birinci olduğu yıldı bu. Fenerbahçe maçında şampiyonluğu kaybetmiştik. O kadar üzülmüştüm ki beş yıl futboldan uzaklaştım bu nedenle. Tiksinmiştim her şeyden. Birinciliği Fenerbahçe’ye oynadığımız maçta yitirmiştik. Karşılaşmanın hakemi İsmail Hendek’ti. Oyuncum Özcan Kır’ın kolu kırılmıştı bir pozisyonda, çok kötü darbe almıştı ama Hendek devam kararı vermişti. Ali Sami Yen’de oynanıyordu maç.  Allah belanı versin deyip tükürmüştüm suratına. Yapmamam gerekirdi biliyorum, ama oyuncumun o halini görünce kendimi tutamamıştım.
 
1968’den 2003’e kadar kahve işlettim ve kahvecilikten de emekli oldum. Herkes tanır beni bu semtte. Fındıkzade’de Davut isimli birini sorarsan, şu Davutpaşalı kahveci Davut mu derler. Seksenli yıllarda büyük kahveyi çalıştırıyordum, bir gazeteci geldi, Davut beyle görüşmek istiyorum, dedi. Ne vardı, dedim. Onu görmek istiyorum, onunla konuşacaklarım var, dedi. Buyur benim deyince, Yahu ben seksen yaşında bir adam bekliyordum, dedi. Eskiden kalantor beyler kulüp kurarlardı ve kendi isimlerini verirlerdi bu kulüplere. O da Davutpaşa’yı Davut Kılıç kurdu zannedermiş meğer.
 
Çalıştırdığım kahve sporcu kahvesiydi. Milli takım geçerken kampta oynamak için deste kağıt isterlerdi benden. Polat Otel ya da Güneş Otel’de kampa girerlerdi o günlerde genelde. Şimdi her şey farklı tabii. Çok para aktı futbola, tesisler mükemmel artık. Otel köşelerinde kalınmıyor.  
 
Yaşamım boyunca aramın çok iyi olduğu, bana yön vermiş ağabeylerimden biri de unutulmaz Kadri Aytaç’tı. Seksen başlarında, Davutpaşa ikinci kümeye terfi ettiğinde ne mutlu bana ki Aytaç’ın yardımcı antrenörlüğünü üstlenmiştim. 1974 senesinde tanışmıştık kendisiyle. Kahve hayatı ile ilişkisi olmadığı halde sürekli kahveme takılır, hatta transferlerini bile orada yapardı.
 
Her Perşembe Çukurbostan’da maç yapardık. Çok popüler oyuncular gelirdi Çukurbostan’a.  Fenerbahçeli Selahattin Karasu, Gençlerbirliği’nden Halil İbrahim, Fenerbahçeli rahmetli Hüseyin Çakıroğlu örneğin.
 
1983 yılı beni çok üzen bir olay oldu, dönüm noktalarından biridir hayatımın. Kızıl Elma’daki iki katlı büyük kahvenin sahibi ölmüştü bu yıl ve damatlara kalmıştı bina. Damatlar yerin getirisinin çok olduğunu görünce bizi çıkarmak için mahkemeye verdiler. Kadri Aytaç o dönem Gençlerbirliği’ni çalıştırıyordu.  İlhan Cavcav’a gittim onun aracılığıyla. Anlattım derdimi. Ama dönem 12 Eylül dönemiydi ve askerler yönetime el koymuşlardı. Mahkemeler çok kısa sürede sonuçlanıyordu bu günlerde. Ve bizi çok kısa bir süre sonra çıkardılar on beş yıl çalıştırdığımız sevgili kahvemizden.
 
Davutpaşa’dan yetişen en iyi topçulardan biri çok erken yaşta kaybettiğimiz Hüseyin Çakıroğlu’ydu. Karabük’e biz sokmuştuk onu. Orada palazlandı. Yine Davutpaşa’da yetişmiş olan Faruk aracılığıyla Antep’e gönderdik onu. Hüseyin Antep’e gitti, sezonun açılış maçında oynadı ve göz doldurdu hemen. Antepli Hüseyin olmuştu çok geçmeden.
 
Davutpaşa’da hangi yönetim gelirse gelsin bugünlere kadar hep vardım. Davutpaşa 1987 yazında amatör kümeye düştü. Önce birinci kümedeydik, sonra yıllarca ikincide mücadele ettik. Biz  birinci amatör kümede oynarken oyuncular genelde hep altyapıdan gelme oyunculardı. Sonra tesislerimiz gitti elimizden. Altyapı ile desteklenemedik.
 
Seksenli yılların ilk yarısında Çukurbostan’daki sahamızın elimizden gitmesi faciaydı hiç abartısız. Pazar yeri yaptılar ilkin orayı. Fatih belediye başkanı ANAP’lı Yetkin Gündüz’dü sorumlusu. Çıktık yanına, Bize tesis lazım, dedik. Tesis ne demek, diye sordu. Gelişler gidişler sürdü. Uzun Yusuf’ta bir yer verdi sonunda bize. Ama başımız belaya girdi orada. Kimmiş bu Davutpaşa, burada Fatih Yaylalılar oynar, diye münakaşa etmek zorunda kaldık yöre sakinleriyle. Belediyeye gittik, anlattık derdimizi. Orası bizim mi, Yayla’lıların mı, diye sorduk. Bize sizin, diyorlardı, onlara da, siz de oynayacaksınız elbette, burası sizin semtiniz, diyorlardı. Tavşana kaç, tazıya tut! Derken bir müddet sonra o da gitti  elimizden. Saadettin Tantan seçildi Fatih belediye başkanlığına. Ve cebren aldı elimizden Uzun Yusuf’taki sahamızı.
 
Uzun Yusuf elimizden alındıktan sonra malzeme odası olmuştu benim küçük kahve, yani ikinci kahvem. Doksanlı yıllardı. Diyelim ki genç takımımız bir maça çıkacak. Sabah saat yedide kahvede buluşurduk. Ben Cuma pazarından bal, kaymak vb. kahvaltılıklar alırdım. Orada kahvaltı ettikten sonra maça giderdik. O sene genç takımı şampiyon yapmıştık. Üç-dört sene A takımını taşıdı bu kadro.
 
Bu dönemde antrenör Sıtkı Özcan’dı. Ancak Sıtkı’nın antrenörlük belgesi olmadığı için ben antrenör olarak, o da yönetici olarak görünüyordu. Ama bütün emek onundu tabii. Doksanlardaki Davutpaşa genç takımı oldukça başarılıydı. A takımına bir-iki tecrübeli isim monte ederek neredeyse genç takımı olduğu gibi A takımı yapmıştık. Antrenmanlarımızı Namık Sevik Stadı’nda aidat ödeyerek yapıyorduk o günlerde. İsmini de biz koymuştuk stadın.
 
Sosyal demokratlar 1989’da belediye seçimlerinde zafer kazandılar. Fatih’teki belediye başkanımız Yusuf Günaydın çok bilinçli ve düzgün biriydi. Spora karşı bakışı çok olumluydu. Onun zamanında kulüplere kulüp binaları yaptı belediye. Başkan yardımcısı Reşat Akçay da çok efendi ve işten anlayan biriydi. Bütün yetki ondaydı zaten. Mesela Topkapı kulübü o günlerde tesissiz kalmıştı, hemen semtlerine tesis yapıldı.  
 
Davutpaşa’nın eski topçularından rahmetli Yalçın Kızılkaya devlet bakanı Hüsamettin Özkan ile arkadaştı. Binamızın olmadığını anlattık Özkan’a. Hemen İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürü Vedat Bayram’a telefon açtı, görüşmemizi sağladı. Bakın sayın başkanım, dedim, Davutpaşa 1926 senesinde kurulmuş, profesyonel olmuş, bünyesinde Engin Verel, Alpaslan Eratlı, Hüseyin Çakıroğlu ve Muhittin Boşat gibi isimleri yetiştirmiş bir kulüp. Vedat Bayram isimleri duyunca işin ciddiyetini anladı. Namık Sevik Stadı’nda iki oda bulunuyor ve buralarda depremzede olarak biri kalıyor, oysa biz kahve köşelerinde sürünüyoruz, diye devam ettim. Hiç olmazsa odalardan birini bize verin, malzemelerimizi koyalım. Verdiler. Biz de yaptırdık orayı ve yerleştik. Beş-altı sene aidat bile ödemeden kullandık sahayı.
 
Sonra Vedat Bayram’ın yerine judocu biri geldi. Aidat ödemek zorunda kaldık, ayda 60 liraydı. Derken Alipaşa Camisi yanındaki arsayı bulduk ve yavaş yavaş burasıyla ilgilenmeye başladık. İsmail Hakkı isimli bir belediye başkan yardımcısı yönetimdeydi, sene 2004. Sağ olsun ilgilendi bizimle. Yer için sürekli çalıyorduk belediyenin kapısını. İsmail Hakkı bey, Projeniz var mı, dedi. Ben de tesadüfen proje çizdirmiştim. Yetkin Gündüz zamanında başkan yardımcılığı yapan mimar Erdal Kaya adında birine çizdirmiştim. Benim kahvenin müşterisiydi. Bir gün kafası kıyakken, Biz bir bina yaptıracağız, çizsene bana bir proje demiştim. Şurası oda, şurası mutfak, o da çizmişti hemen. Projeyi koydum İsmail Hakkı beyin masasına. Peki, dedi. Gelip yerinizi bir görelim.
 
Davutpaşa mahallesi muhtarıyla aram çok iyiydi, kulübe yönetici yapmıştım kendisini. Muhtarlıkta buluştuk belediyenin gönderdiği sorumluyla. Götürdük Alipaşa Camisi’nin yanındaki arsaya. Yer tam bir mezbelelikti. Nereye yapacaksın, diye sordu. 70 metre karelik bir alandı. Binayı yapacağımız yerin tam ortasında da bir incir ağacı duruyordu ama bitmişti ağaç, kurumak üzereydi. Ama koşullar ne olursa olsun ağaç kesmek yasaktı. Bu ağaç zaten kurumuş ama yine de çaktırmadan halledin, dedi bize kısa boylu adam. Neyse aldık yerimizi.
 
Şimdi arsa temizlenmeli ve üzerine bir kulüp binası yapılmalıydı. Ama hiç paramız yoktu. Aklıma Numan Atay geldi birden, eski topçumuzdu. Büyük bir şirkette genel müdürlük konumuna gelmişti. Ona bir telefon açtım. Nasılsın, iyi misinden sonra, Ya Numan böyle böyle, ne yapalım bize bir akıl ver, dedim. Kaç para lazımsa söyle, dedi. Ben para falan almam senden, dedim. Genelde para almam zaten, başkalarına verirler, onlardan ben alırım. Benim de yöntemim bu. Ertesi gün Numan kardeşimiz geldi, baktı arsaya. Tamam Davut abi, ben yarın başlatırım inşaatı, dedi. O tarihte Dolmabahçe Stadı’nın arka tribünlerini yapan mühendisler işe giriştiler ve çok kısa zamanda bu hale getirdiler. Ama bu hale getirdikten sonra da, içinin düzenlenmesi, elektriğin, suyun bağlanması gerekiyordu. Zar zor bunları da hallettik.  Derken 2005’te buraya yerleştik. Kongrelerimizi burada yapmaya başladık. 2013 Aralık ayına kadar burada barındık. 2013 Aralık ayında ise Tutya Sokak’taki yeni lokale taşındık.